Ölüm haberini aldığım o akşamüstü arabayla ilerlemeye çalıştığım bulvarda bir an içimden bir şeylerin kopup gittiğini hissettim. Dumura uğrayan beynimle kaldırım kenarına yanaştım, yeniden kendime gelmeyi bekledim bir süre…
Anılarıyla beni etkileyen, ruhumda derin iz bırakan özel insanları kaybettiğimde duyduğum, ağlayamama, kanımın çekildiği hissi; babamı, annemi, kardeşimi yitirdiğim anlara benzer bu ruh hali, İlyas Halil’ in, Ammo’ mun vefat haberini aldığımda da kapladı bedenimi…
Benim için çok özel birinin ardından oturup onu anlatmanın güçlüğü de eklenince geciktim duygularımı paylaşmakta…
Neresinden başlayacağımı bilemeyince, içten duygularımı yansıtacağını düşündüğüm ve ‘Kent Edebiyat Ödülü’ ardından Şubat 2012’de kaleme aldığım, İlyas Halil’ i dilimin döndüğünce anlatmaya, geleceğe taşımaya çalıştığım makaleyi anımsadım..
**
“İlyas Halil üzerinde araştırılmaya değer çok önemli bir sanatçı…
Hele Mersin, özellikle de Mersin’ in sisler arasındaki 1940’ ları, 50’ lerinin siluetine ayna tutması nedeniyle günümüz yaşayanlarından, miras olarak bir şeyleri bırakacağımız geleceğin nesillerine kadar, herkese anlatmamız gereken edebiyatçı…
1964’ te bırakıp gittiği bir kenti aradan geçen neredeyse 50 yıla inat, böylesine yoğun yaşayan, soluyan, bazen şiir bazen ezgi tadında yüreğimizi titreten bir insana karşı boynuma borç kabul ettiğim bir işi yapmaya çalışacak, dilimin döndüğünce İlyas Halil anlatmaya çalışacağım…
Okuduklarınızdan sonra çoğunuzun ortak kanaati olacağına inandığım bir tanımlamayla başlayayım:
Nasıl Shakespeare İngiltere, Baudelaire Fransa, Nazım Türkiye ise İlyas Halil’ de Mersin’ dir aslında…
Hafıza sendromu yaşayan kentin onu tanımaması bu gerçeği değiştirmez.
Kopup gittiği yıllardan sonra kaleme aldığı tüm şiirlerinde, su gibi akan hikayelerinde anlattığı, şarap tadında hüzünle sunduğu, savaş yıllarının yılgınlığına inat sevdaları gök yüzünde dolaştırdığı Mersin’ i böylesine canlı, dokunsam elimi yakacak kadar sıcak hiç kimse bu kadar canlı sunmamıştı, bundan sonra sunan çıkar mı, sanmıyorum…
İyisi mi sözü Halil’ e bırakmak. Ondan alıntıladığım bölük pörçük cümle kırıntıları bile neden böyle düşündüğümü daha iyi anlatacaktır diye düşünüyorum.
**
Bakın bugün Jandarma kışlasına ek binaya feda edilen Vilayet Sarayının arka bahçesindeki Adliye binasını Sudi Abaç çizgilerinin eşliğinde nasıl anlatmakta:
“Adliye sarayının damı ak kumrular tekkesiydi. Mahkeme koridorları kumruların gugukları, köylülerin dertleriyle uğuldardı. Keçisini yitirmiş Fadime Ana, Sudi’ nin kapısına dikilmiş “Kadanı alayım avukat bey” diyordu, “Hâkim beye söyle keçimi bulsunlar”
Ertesi gün Sudi’ nin karikatür defterini gördüm. Sütlü keçi her zaman yolunu şaşıran Fadime Anayı mahkeme koridorlarında aramaktaydı.”
“… Aşık olmaktan başka bildiği bir iş yoktu kimsenin. O yıllarda Mersin’ de yaşamak, yağmurda ıslanan ağaca benzerdi. Sırılsıklam aşık olmak kaçmadığımız bir olaydı. Aysel’ in, Suna’ nın, Nurten’ in güzelliğine kim karşı koyabilirdi?
Biraz daha var olduk her sabah güneş doğunca.
Penceresi açılınca yarin.
Biraz daha var oldu ağaçlar dallarına kuşlar konunca.”
1964’ te bırakıp gittiği kente 40 yıl sonra 2004’ te döner İlyas Halil. Bıraktığı şehri bulamama hayal kırıklığını ben de 1964’ te bıraktığım Mardin’ e 44 yıl sonra döndüğümde yaşamıştım, iyi bilirim…
Yine de yazdıklarını okurken gözyaşlarıma engel olmadı, o hüsrana aşina olmak:
“2004 yazı Mersin’ deyim. Şiirin renklerin içinde miyim diye bakıyorum. Parklardan renk, koku çaldığımız yılları arıyorum. Aradan elli yılın geçtiğine inanmak güç.
1954 yağmurları yağmıyordu artık. Geçtiğimiz sokaklarda. Pencerelerde bildiğim yüzleri aradım. Petunia saksıları boştu.
1956 denizini aradım. Nereye gittiğini bilen yoktu. Elimle boyadığım denizi alıp götürmüşlerdi. Belediye memurları çöplüğe atmış olmalı. Ellerimde hala o günün mavi lekesi duruyordu.
Nuri Abaç Ankara’ dan haber salmıştı.. “Boşuna arama” diyordu. “Renk sarhoşu kimse kalmadı. Nevin’ in saçını dağıtacak rüzgarı bulamayacaksın. Renkler, kokular göçtü” dedi.
Ne aradığımı bilsem bulurdum herhalde. Gökyüzü açılmış mavi şemsiye ben kuş. Mersin’ i güneş ışınlarında deniz kıyısında bulmak için uçuyorum. Önümde yokluktan büyük bir yokluk.
Elimi sürünce nane yaprağını bulacakmışım gibi ellerime bakıyorum.
Yok, bir şeyi bulmak aramaktan daha kolaydı benim için…
Kumları teker teker kaldırıyor, altlarına bakıyorum. Kayaların üstünde iki çakıl taşı gördüm..
Gözüm ısırıyordu. Daha önce bir yerde görmüştüm. Taşlara dokundum.
Biri Mari’ nin yüzü. Ak, yumuşak..
Bakınca şaşırmayacaktım yolumu. Bir yere varacaktım. Mari’ nin yüzüne dokununca.”
..
Sadece geldiği günlerde anımsadığı bir şehir değildir Mersin…
Bırakıp gittiği yıllardan bugüne, hafızasında kalan Mersin rengiyle boyar gök yüzünü, ergenliğin sevgilisinin eteğini uçuran haylaz rüzgârı çağrıştırır yâd ellerdeki serseri yel…
Atilla İlhan; “İzmir’ in denizi kız, kızı deniz kokar” diye tanımlar genlerine işlemiş sevdalısı olduğu kenti.
Ama kendisi itiraf etmese de nasıl İzmir Atilla İlhan ise Mersin de İlyas Halil’ dir bana göre…
Ve o nedenle Mersin şiir, hikâye, ezgi kokuyorsa o kokuyu keşfedip bugünlere aktaran İlyas Halil’ i yâd etmek ahde vefa borcu olarak duruyor karşımızda…”
*Şubat 2012