SİTESOL1
SİTESAĞ1
Hilmi Dulkadir
Köşe Yazarı
Hilmi Dulkadir
 

KÜLTÜR YAZILARI... GÜNE DOĞRU YAZILAR | 01.10.2025

                              Sebil'de Bir İkindi Vakti *      Tarih, 27 Eylül 2025. Takvimlerin ötesinde, zamanın kendi dilini konuştuğu bir ikindi vakti…      Yanımda, İstanbul’un karmaşasından sıyrılmış iki akademisyen yol arkadaşım var: Prof. Dr. Ebru Güzel ve görüntü yönetmeni Evrim Aydın. Onlar, bir bilimsel araştırma kapsamında Mersin’e kadar gelmiş, ben ise onları Çamlıyayla ilçemizin Sebil beldesine götüren gönüllü bir rehberdim.      Sebil’de doğanın kendisi, bizler için iki ayrı görev verdi: Onlar dronla yakalanacak görüntü peşinde ilerlerken, ben kaybolmaya cesareti olanların bulabileceği gizli patikalara saptım. Çamlıyayla, bu ikili yolcuya, iki ayrı gizemin eşiğinde durdu.      Güneş, dağların sırtından aşmak üzereydi. Gökyüzü turuncunun son ateşiyle menekşenin ilk hüznü arasında sıkışıp kalmıştı. Ve ardıçlar... Onlar, bu renk cümbüşünün önünde, geçit vermez, sır dolu bekçiler gibi gökyüzüne dikilmiş duruyorlardı.      Yürümekte olduğumuz taşlık arazide, dört yüz keçinin çanlarından seslendirilen bir senfoni yankılanıyordu. Her şıngırtı, taşa değen toynağın ritmiyle buluşuyor ve insan ruhunun en ilkel köşelerine dokunan bir ezgiye dönüşüyordu.      Bu, medeniyetin gürültüsünün asla üretemeyeceği bir melodi olmalıydı.      Bu senfoninin içinden, bu yıl liseye gideceğini öğrendiğimiz Yusuf Bayram Özel, sürüsünün önünde bir "bozkır yolcusu" gibi çıkıverdi karşımıza. Bu bir çoban olamazdı, okulun eşiğinde duran, iki dünya arasında gidip gelen henüz bir çocuk. Onun "Pazartesi liseye gideceğim," cümlesi, dudaklarından dökülürken, yörüklerin bin yıllık göç yollarıyla dijital çağın otobanları arasında kurulmuş geçici bir köprü gibiydi.      O çocuğun sesi hem dağların suskunluğunu hem de geleceğin sınırsız umudunu taşıyordu…      Misafirlerim için yörük beyi Salim’den bilgi aldıktan sonra, dumanı göğe çöreklenmiş bir çadıra doğru ilerledim. Havada, kekikle karışmış odun ateşinin mistik bir tütsüye dönüşen kokusu vardı.      Çadırın eşiğinde gözüme ilişen, 1946'dan bu yana yaşam sürmüş yaşlı bir kadın oturuyordu. Yüzü, bir dağ haritası gibiydi; her kırışık, bir mevsimin, bir acının, bir kaybın izini taşıyor olmalıydı. Belki de 1988'de kaybettiği eşi, hâlâ o çizgilerin en kalın olanında yaşıyordu. Yaşlı kadının ayaklarının dibinde; yan üzere boylu boyunca, dili dışarıya uzanmış, hızlıca nefes almakta olan bir can yatıyordu. Bu bir hasta keçiydi.      Hasta keçi, çadır ailesinin bir ferdi olmuştu. Öyle ki, bu yaşlı kadınla arasında kelimelerin lüzumsuz olduğu bir dil bağı oluşmuştu. Kadın, bir lokma uzatıyor; keçi, göz kapaklarının titremesiyle, dudaklarının hafifçe büzülüşüyle teşekkür ediyordu. Bana göre bu durum, iki yalnız ruhun, kaderin ortak sınavında buluşmalarıydı.      "Nesi var?" diye sordum, sesim bir fısıltıdan ibaretti.      "Belez," dedi yaşlı kadın, sanki bir sırrı paylaşıyordu.      Belez... Vücutta gezinen, deri altında ele gelip kaybolan bir hayalet. Kimi yörelerde onun adı “bez”dir. Ve onun tedavisi, modern veterinerliğin değil, kadim bilginin alanına ait bir ritüeldi: İyileşmesi için kızgın demir belez üzerinde gezdirilirken çıkan tıslama sesi... Kaslardaki kötü ruhun, bir teker iç lastiğinden hava kaçırırmışçasına kovulmasıydı…      Burada yatan gerçekte bir keçi olmakla birlikte, çadır ailenin korunması gereken bir nefesi gibiydi.      Çadırın sahibi Salim Canatan’ı dinlediğimizde ise sözleri dağlardan daha ağırdı. Uzaktaki ala karlı dağı işaret etmişti: "Orası ur kekliklerinin mekânıdır." dediğinde, zihnimde Ur kekliklerinin çığlığı, o uzak, erişilmez diyarın sesi oldu.      Salim, kendi dünyasını anlatırken, "Askere gitmeden önce ben sadece Mersin ve Tarsus'u bir veya iki kere gördüm, hiç başka şehir görmedim" dedi. Salim'in sözlerindeki hüzün, bunca mahrumiyetten ziyade, bir tercihin sakin gururuydu. Onun dünyası, iki şehrin sınırlarıyla çizilmişti ama ruhu, karşı dağlar kadar engindi…      Oysa oğlu Semih Canatan, iş kurmuş, onlarca şehre yayılmış, sınır tanımayan bir hayat sürüyordu.      Vakit ilerledi. Gün ışınlarını büsbütün geriye çekerken, ardıçlar adeta devleşiyordu.      Bir taraftan da kekik, adaçayı ve odun dumanının karıştığı o büyülü kokular, dağın nefes alıp verişi gibiydi.      Dönüş yolunda, geçici çobanlık yapan Yusuf’u tekrar gördüm. Gölgesi uzamış, gözlerinde günün yorgunluğu ama aynı zamanda ertesi güne dair sönmeyen bir ışık vardı.      Orada yeniden hissettim: Buradaki yaşam, kocaman, bitmeyen bir halkaydı. Gündüz geceyi, çocuk yaşlıyı, insan hayvanı, konar-göçerlik okul sırasını kucaklıyor; hepsini tek bir kaderde birleştiriyordu.      Bilimin ölçebileceği her şeyin ötesinde, Sebil'in gerçek hafızası; bir keçinin hasta nefesinde, bir ninenin dilindeki hikâyelerde, bir çocuğun "Pazartesi"ye emanet ettiği hayalinde ve ur kekliklerinin yankılanan çağrısında saklıydı.      Benim bu satırlarım ise, o sonsuz hafızadan sızan, sizlere fısıldadığım kişisel ve naif, birkaç sözcükten ibaret kaldı...
Ekleme Tarihi: 01 Ekim 2025 -Çarşamba

KÜLTÜR YAZILARI... GÜNE DOĞRU YAZILAR | 01.10.2025

                              Sebil'de Bir İkindi Vakti

*

     Tarih, 27 Eylül 2025. Takvimlerin ötesinde, zamanın kendi dilini konuştuğu bir ikindi vakti…

     Yanımda, İstanbul’un karmaşasından sıyrılmış iki akademisyen yol arkadaşım var: Prof. Dr. Ebru Güzel ve görüntü yönetmeni Evrim Aydın. Onlar, bir bilimsel araştırma kapsamında Mersin’e kadar gelmiş, ben ise onları Çamlıyayla ilçemizin Sebil beldesine götüren gönüllü bir rehberdim.

     Sebil’de doğanın kendisi, bizler için iki ayrı görev verdi: Onlar dronla yakalanacak görüntü peşinde ilerlerken, ben kaybolmaya cesareti olanların bulabileceği gizli patikalara saptım. Çamlıyayla, bu ikili yolcuya, iki ayrı gizemin eşiğinde durdu.

     Güneş, dağların sırtından aşmak üzereydi. Gökyüzü turuncunun son ateşiyle menekşenin ilk hüznü arasında sıkışıp kalmıştı. Ve ardıçlar... Onlar, bu renk cümbüşünün önünde, geçit vermez, sır dolu bekçiler gibi gökyüzüne dikilmiş duruyorlardı.

     Yürümekte olduğumuz taşlık arazide, dört yüz keçinin çanlarından seslendirilen bir senfoni yankılanıyordu. Her şıngırtı, taşa değen toynağın ritmiyle buluşuyor ve insan ruhunun en ilkel köşelerine dokunan bir ezgiye dönüşüyordu.

     Bu, medeniyetin gürültüsünün asla üretemeyeceği bir melodi olmalıydı.

     Bu senfoninin içinden, bu yıl liseye gideceğini öğrendiğimiz Yusuf Bayram Özel, sürüsünün önünde bir "bozkır yolcusu" gibi çıkıverdi karşımıza. Bu bir çoban olamazdı, okulun eşiğinde duran, iki dünya arasında gidip gelen henüz bir çocuk. Onun "Pazartesi liseye gideceğim," cümlesi, dudaklarından dökülürken, yörüklerin bin yıllık göç yollarıyla dijital çağın otobanları arasında kurulmuş geçici bir köprü gibiydi.

     O çocuğun sesi hem dağların suskunluğunu hem de geleceğin sınırsız umudunu taşıyordu…

     Misafirlerim için yörük beyi Salim’den bilgi aldıktan sonra, dumanı göğe çöreklenmiş bir çadıra doğru ilerledim. Havada, kekikle karışmış odun ateşinin mistik bir tütsüye dönüşen kokusu vardı.

     Çadırın eşiğinde gözüme ilişen, 1946'dan bu yana yaşam sürmüş yaşlı bir kadın oturuyordu. Yüzü, bir dağ haritası gibiydi; her kırışık, bir mevsimin, bir acının, bir kaybın izini taşıyor olmalıydı. Belki de 1988'de kaybettiği eşi, hâlâ o çizgilerin en kalın olanında yaşıyordu.

Yaşlı kadının ayaklarının dibinde; yan üzere boylu boyunca, dili dışarıya uzanmış, hızlıca nefes almakta olan bir can yatıyordu. Bu bir hasta keçiydi.

     Hasta keçi, çadır ailesinin bir ferdi olmuştu. Öyle ki, bu yaşlı kadınla arasında kelimelerin lüzumsuz olduğu bir dil bağı oluşmuştu. Kadın, bir lokma uzatıyor; keçi, göz kapaklarının titremesiyle, dudaklarının hafifçe büzülüşüyle teşekkür ediyordu. Bana göre bu durum, iki yalnız ruhun, kaderin ortak sınavında buluşmalarıydı.

     "Nesi var?" diye sordum, sesim bir fısıltıdan ibaretti.

     "Belez," dedi yaşlı kadın, sanki bir sırrı paylaşıyordu.

     Belez... Vücutta gezinen, deri altında ele gelip kaybolan bir hayalet. Kimi yörelerde onun adı “bez”dir. Ve onun tedavisi, modern veterinerliğin değil, kadim bilginin alanına ait bir ritüeldi: İyileşmesi için kızgın demir belez üzerinde gezdirilirken çıkan tıslama sesi... Kaslardaki kötü ruhun, bir teker iç lastiğinden hava kaçırırmışçasına kovulmasıydı…

     Burada yatan gerçekte bir keçi olmakla birlikte, çadır ailenin korunması gereken bir nefesi gibiydi.

     Çadırın sahibi Salim Canatan’ı dinlediğimizde ise sözleri dağlardan daha ağırdı. Uzaktaki ala karlı dağı işaret etmişti: "Orası ur kekliklerinin mekânıdır." dediğinde, zihnimde Ur kekliklerinin çığlığı, o uzak, erişilmez diyarın sesi oldu.

     Salim, kendi dünyasını anlatırken, "Askere gitmeden önce ben sadece Mersin ve Tarsus'u bir veya iki kere gördüm, hiç başka şehir görmedim" dedi. Salim'in sözlerindeki hüzün, bunca mahrumiyetten ziyade, bir tercihin sakin gururuydu. Onun dünyası, iki şehrin sınırlarıyla çizilmişti ama ruhu, karşı dağlar kadar engindi…

     Oysa oğlu Semih Canatan, iş kurmuş, onlarca şehre yayılmış, sınır tanımayan bir hayat sürüyordu.

     Vakit ilerledi. Gün ışınlarını büsbütün geriye çekerken, ardıçlar adeta devleşiyordu.

     Bir taraftan da kekik, adaçayı ve odun dumanının karıştığı o büyülü kokular, dağın nefes alıp verişi gibiydi.

     Dönüş yolunda, geçici çobanlık yapan Yusuf’u tekrar gördüm. Gölgesi uzamış, gözlerinde günün yorgunluğu ama aynı zamanda ertesi güne dair sönmeyen bir ışık vardı.

     Orada yeniden hissettim: Buradaki yaşam, kocaman, bitmeyen bir halkaydı. Gündüz geceyi, çocuk yaşlıyı, insan hayvanı, konar-göçerlik okul sırasını kucaklıyor; hepsini tek bir kaderde birleştiriyordu.

     Bilimin ölçebileceği her şeyin ötesinde, Sebil'in gerçek hafızası; bir keçinin hasta nefesinde, bir ninenin dilindeki hikâyelerde, bir çocuğun "Pazartesi"ye emanet ettiği hayalinde ve ur kekliklerinin yankılanan çağrısında saklıydı.

     Benim bu satırlarım ise, o sonsuz hafızadan sızan, sizlere fısıldadığım kişisel ve naif, birkaç sözcükten ibaret kaldı...

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve mersindesonhaber.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.