*
Unutuluşun Coğrafyasında Yürümek:
*
Sabahın ilk ışıkları yürüyüş yolumun üzerindeki 900 metrelik bir koruma bandının sessizliğini delip geçemedi.
Gördüğüm o paslanmış, kurşun yaralı tabela, bir zamanlar burada hayat olduğuna dair son, inatçı bir ikazdı. Ama ben, ikazın ötesine, sille tokat dövülmüş cephelere bakıyordum.
Her biri, bir zamanların nefes alan, doğuran, ses çıkaran canlıların sığınağıydı. Şimdi ise sadece rüzgârın ıslığını dinliyorlardı.
Beyaz badanaları solmuş, sıvaları bir yüz yaşlısının cildi gibi çatlamıştı. Kapılar, bir daha açılmamak üzere çürümüş; pencereler, içeriye giren ayazı ve hüznü seyreder hale gelmişti.
Bu yüz kadar yapı, bir medeniyetin kalıntıları gibi, birbirine yaslanmış, son bir dayanışma içindeydiler.
İki katlı konaklama yerleri, yem depoları, küçük sosyal alanlar... Hepsi, bir zamanlar burada bir "üretim" olduğunu, emek harcandığını, hayatların kesiştiğini fısıldıyordu. İçlerinin boş olması, bu fısıltıyı daha da güçlendiriyordu; yankı, bir hayalet gibi duvarlarda geziniyordu.
Bu âtıl yapılarla mânen konuşmak, bir kedi ile veya bir hatmi çiçeğiyle konuşmak gibiydi. Dili sabır, ancak alfabeleri yıkımdı…
Onlar bana, "Biz sadece beton, sıva ve çürümüş tahta değiliz" dediler. "Biz bir fikrin, bir hizmetin, ülkenin damızlık hayvan geleceğinin beden bulmuş haliyiz… Rüzgâr bize küskünlüğü, kar ise ihmalin soğuk yüzünü öğretti. Ama toprağın altında hâlâ sıcak bir umut var," dediler.
İşte bu soğuk tesis, benim ağzımdan konuşmak istiyordu.
Sanat, onun çatlaklarından sızan güneş gibi olmalı hem hüznü hem ısıtacak kadar sıcak bir gerçeği göstermeli.
Estetik, buradaki çürümenin trajik güzelliğinde yatıyor.
Toplumsal mesaj ise, bu devasa alanın ve emeğin nasıl bir unutuluş girdabına bırakıldığını sorgulatmakta.
Ve işte o yapıların sözcüsü olarak haykırıyorlar: "Bizi yeniden işletmeye açın!.."