Yol Kenarındaki Zarafet: Hatmi Çiçeğiyle Sohbet
Bugün sizlere Mersin-Gözne yaylasında tanıştığım güzel bir kır çiçeğinden bahsedeceğim:
Sözünü edeceğim bir yaban gülü. Büyük ihtimalle “Yabani Hatmi” (Alcea). Anavatanı Asya ve Avrupa olan görüntüsüyle etkileyici bir bitki. Ülkemizde yol kenarlarında, terk edilmiş tarlalarda, taşlık ve güneşli yamaçlarda, görenleri kendine hayran bırakarak boy göstermektedir.
Bir metreyi aşan boyu, kalp şeklindeki yaprakları ve göz alıcı, huni şeklindeki çiçekleriyle tarlaların ve kırsalın vazgeçilmez süsüdür.
İnce, uzun bir sapın üzerinde yükselen çiçekleriyle narin bir balerini andırır. Çiçekleri soldukça alt kısımlardan yenileri açar, tohumlarını etrafa saçarak ertesi yılın mucizesini yaratırlar.
İki Kız Kardeş ve İki Yürüyüşçü
Biz iki yürüyüşçü, arkadaşım Ali Fuat Keniş’le, her şafak vakti yamaçları hayalet pembesiyle yalarken börtü böcek ve çiçekler sanki bizimle uyanıyor…
Ayaklarımızın altındaki asfaltın soğukluğu, ciğerlerimizi dolduran dağ havasının keskin ferahlığı ve yolumuzun üzerindeki iki zarif kız kardeş…
Onlarla tanışmamız şöyle başladı.
O gün; biri, yürüyüşü yolu dönemecinin hemen çıkışında, sıralı zeytin ağacının gölgesinde diğer çiçek açan bitkilerle flört edercesine eğilmişti. Diğeri, iki yüz adım ötede, yolun kayalığa yaslandığı noktada, inatla ve gururla toprağı tutmuştu…
İki yabani hatmi. İki şık bayan; incecik uzun sapları üzerinde, minik, yeşil yıldızları andıran tomurcuklar taşıyor. Sanki günün ilk ışığına kadar uyumak için yataklarına çekilmişlerdi de bizim ayak sesimizle uyanıvermişlerdi.
Her geçen gün bir selamlaşma seremonisine dönüştü yürüyüşlerimiz. “Günaydın güzel bayan” deriz birincisine. İki yüz adım sonra, “Sana da günaydın, güzel bayan,” diye sesleniriz diğerine.
Onlar da rüzgârda hafifçe sallanarak, üzerlerine konan arıların kanat vızıltısıyla karşılık verirler bize…
Sanırız onları fark eden başka kimseler olmaz. Otomobiller bir fırtına gibi yanlarından geçer, içindekilerin camları kapalı, adeta dünyaları kapalı bir halde süzülür giderler de etraftaki güzelliklere hiç bakmazlar…
Bizim sevimli bayan dostlarımız ise, bu savrulmuşluğun ortasında, vakur bir sükunetle ve bir gelin edasıyla süzülürler...
Ben de bir sabah, cazibesine daha fazla dayanamayıp, şık bayanın henüz açmamış dört tomurcuğunu taşıyan incecik bir dalını -içimde derin bir burukluk hissederek- koparıverdim.
Bu durum, sevgiliye ihanet etmek gibiydi ama onun güzelliğini yakından, evimde görmenin, bir süre benimle yaşamasının arzusuyla ağır bastı.
Koparılan o dal, su dolu bir bardakta, eşim tarafından kahvaltı masamızın tam ortasına, bir şamdan gibi yerleştirildi.
Ve bir mucize oldu…
On beş gün boyunca tazeliğini, canlılığını hiç yitirmedi. İlk çiçek, yavaş yavaş, kadife dokulu pembe-mor yapraklarını açtı. İçeri sızan güneş ışığıyla adeta transa geçmişti. Solduğunda dahi çirkinleşmedi; yaprakları usulca büzüştü, bir vedanın nezaketiyle... Ve o solarken, hemen yanındaki tomurcuk, bu mirası devralırcasına patladı. Sonra diğeri…
Evimiz, o bardağın içinden fışkıran bir yaşam sevinci, dingin bir neşe ile doldu. O artık bir misafir değil, ailenin ferdi olmuştu.
Ancak bir sabah, arkadaşımla yeniden yürüyüşe çıktığımızda, kalbim sızladı. Narin bayanlara yeniden selam vermek için yaklaştık ama bu sefer suçluluk duygusuyla… Köklerine, o güzelim bedenlerini çevreleyen toprağın yüzeyine bakınca yüreğimiz sıkıştı.
Ne görelim? Zarif bayanlardan birinin toprakla buluşan çevresi, insanlığın utanç müzesine dönüşmüştü. Rüzgârda hışırdayan ve onu boğmaya çalışan çöp poşetleri, güneş ışığını zehirli yeşil ve kahverengi tonlara boyayan kırık bira şişeleri, pet şişeler... En acısı ise, bir annenin bebeğinin kirini, bir başka 'anne' olan toprağın kucağına atıverdiği bebek bezleriydi.
O bezin içindeki kirlilik, fiziksel olmaktan çok katıksız bir umursamazlık, köklü bir görmezden geliş ve derin bir yabancılaşmanın tortusuydu.
İşte tam o anda gördük: Bu iki kız kardeş, bu ihanetin ortasında başlarını önlerine eğmemişti. Tam aksine, gövdelerini daha da dikleştirmiş, açan çiçekleriyle güneşe bakıyorlardı. Hanımlardan biri etrafındaki çirkinliğe inat, "Bak!" der gibiydi, "İşte gerçek güzellik budur. Dayanıklılık budur. Umut budur." Diğer cesur kardeşi ise, tepesindeki tomurcuklarını daha sıkı kapatmış, bu kirli dünyaya meydan okurcasına o da dimdik duruyordu.
Onlar, bize armağan edilmiş en saf, en naif “şiirlerini”, bizler ise onların etrafına, en ağır, en anlamsız “nesirlerimizi” yığıyorduk.
Anlatmaya çalıştığım, yol arkadaşımla benim yürüyüş yolumun veya iki yabani hatminin hikayesi değil elbette…
Bu, modern insanın doğayla kurduğu hasta ilişkinin bir mikroskop altındaki iğrenç görüntüsüdür.
O çiçek; her gün yüzlercesinin yanından geçip gittiğimiz, fark etmediğimiz, tüm kır çiçeklerinin bir sembolü.
Onlar, beton ve asfaltın sertliğine inat, en olmadık yerde filiz vererek bize "Yaşam!.." diye sesleniyorlar.
Biz ise onlara, poşetlerimizle, şişelerimizle, atıklarımızla "Al Sana Ölüm!.." diye haykırıyoruz.
Bu yazıyı okuyan herkese çağrımdır: Bir sonraki yolculuğunuzda, aracınızın camlarını biraz indirin, hızınızı düşürün, etrafa bakın; yol kenarındaki o narin, inatçı, mor, sarı, pembe yaşamları görün.
Frene basmayın, durmayın bile. Sadece fark edin.
Onlarla bir gönül bağı kurun. O bağ sizi, onun etrafındaki çöpleri toplamak için eğilmek zorunda bırakabilir. Bıraksın!.. Yerde uçuşacak o poşetler ellerinizde en münasip yere bırakılmak üzere bir süre taşınsın…
Çünkü o yabani hatmi, kendi dallarında çiçek açmakla kalmayacak; tutunduğu toprağı iyileştiren bir şifacı, yeryüzü cennetinde bir sonraki baharın müjdecisi olacaktır.
Açan her tomurcuğuyla, etrafına "Gelin! Gelin!" diye fısıldayacak; çorak zannettiğimiz o topraklardan zakkum çiçeklerinin, ballıbabaların, küçük menekşelerin boy gösterip güneşe nasıl gülümsemekte olduklarını size gösterecektir.
Her açan çiçek bir diğerine ilham verecek, her yayılan koku, uzak kırlardan arıları, kelebekleri çağıracaktır. Arıların vızıltısı, onları takip eden arı kuşlarının, saka kuşlarının cıvıltısına karışacak; gökyüzü, o cıvıltıyı duymaya gelen atmacaların, kara kartalların açılmış kanatlarıyla süslenecektir.
O yabani hatmi, kendi çiçeğiyle kalmayacak, bütün bir yaşam döngüsünün, ölüp de dirilişin ve hoşgörülü bir doğanın ilk sözü olacaktır. İnsanın açtığı yaraya inat, toprağın nasıl şifa olduğunu çevresine haykıracaktır.
Unutmayalım, bir bebeğin kirli bezi, bira şişeleri, pet şişeler asla bir çiçeğin komşusu olmamalı…
Aksi halde bu, doğanın değil, yalnızca biz insanların utancı olacaktır…