•
Gözne’nin tepesinde, zamanın ağır akışını dinleyen o evdeyiz. Pencereden taşan ışık, tozlu hava kesitlerinde dans ediyor, odanın tam kalbinde doksan beş yıllık bir çınar, Seyit Gür, köklerini anılara salmış oturuyor. Yanı başındayım; dinlediğim her kelime, soluduğum her nefes, tarihin soluk alıp verişiyle aynı ritme giriyor adeta. Zihnim, bir hazine avcısının titizliği ve bir çocuğun hayreti arasında gidip geliyor; onun dudaklarından düşecek her hece, bu dağların kayıt tutulmamış bir sayfası olabilirmişçesine kulak kesiliyorum.
Sağımda, Gözne’nin sırlarını cebinde taşıyan bilge İrfan Tümer, karşımızda ise babasının mirasını saygıyla omuzlayan Aslan Gür. Sohbetimiz, Seyit Dede’nin meşhur kahkahalarıyla çınlıyor. O “Keh keh keh!” sesi, önce odada yankılanıyor, sonra pencereden sızarak Gözne’nin eğimli sokaklarına, sedir çatılı evlerin üzerine, nihayetinde uçurumun kenarından aşağıdaki sonsuz maviliğe doğru bulut gibi yuvarlanıp gidiyor. Bu kahkaha, ses değil; bir çağın, bir ömrün, yenilmez mizah duygusunun yankısı olmalı…
Söz, onun gençlik yıllarına, bekçilik yaptığı o efsanevi diyara dönüyor: COCAKDERE…
Burası, Mersin’in Toroslar İlçesi sınırlarında, derin vadilerin göğsünde beslenmiş, kapısını sadece seçilmiş yolların açtığı bir sırlar hazinesi…
İki yol götürür oraya, ormanın ruhunu arayanı…
Birincisi, bir kâşif titizliğiyle kat edilecek yolculuktur.
Aslanköy’ün Kuyucak’ından başlayıp, Tırtar’dan batıya kıvrılan toprak bir iz, sizi yavaş yavaş sedir ormanlarının kalbine tırmandırır. Nefesiniz, 2000 metreye vardığınızda Dümbelek Düzlüğü’nde hafifler, ama asıl manzara henüz saklıdır. On dört kilometre boyunca bu ıssız düzlükte doğuya ilerledikçe, nihayet Demirkapı’ya varırsınız. Bu kapı, geçit değil, adeta bir zaman sınırıdır; ardında, insan elinin değmediğine yemin edebileceğiniz bir vadi, COCAKDERE uzanır.
Kapıdan sonraki yirmi kilometre, bir tapınağın sahıflarında (sayfalarında) ilerlemek gibidir. Her tarafta, gençliğin taze yeşili ile ihtiyarın vakur grisi iç içe geçmiş dev sedirler… Sonunda, bir nöbetçi kulesi gibi yükselen Tekedağ Yangın Gözetleme Kulesi’ni geçerseniz, yol sizi ona, her şeyin taçlandığı noktaya götürür: Koca Katran’a…
(Mersin İli 2020 Yılı Çevre Durum Raporu, 2021)’in rakamlarla tarif ettiği bu anıt, 629 yıllık bir zaman çarkı, 40 metrelik bir sessizlik anıtıdır. 2,34 metrelik çapıyla, ancak birkaç kişinin kucaklayabileceği bu gövde, dokunduğunuzda avuçlarınıza yüzyılların sabrını, fırtınalara meydan okuyuşunu bırakır.
İkinci yol ise daha saklı, daha mahremdir. Gözne’nin taşlı yollarından Değirmendere’ye, oradan Kızılkaya’nın sarp yamaçlarına, Alanyalı’nın serin sularına, Sadiye ve Yılanovası’nın unutulmuş topraklarına uğrayarak Safrakesen’e tırmanırsınız. Bu yol, bölgenin ruhunu, mahalle mahalle, nefes nefese hissederek ilerler.
Safrakesen’den sonra açılan patika, sizi yukarıdan, COCAKDERE vadisine bir kartal bakışıyla indirir. Bu güzergâh, seyahatten ziyade bir iç yolculuktur.
İşte Seyit Gür, gençlik ateşiyle yandığı yıllarda, bu iki yolun kesiştiği o muazzam koruluğun bekçisidir.
Sedirlerin arasında, kuleden bakarken, gözünün aradığı yangın dumanını değil, zamanın kendisini gözetlemektir.
Anlatıyor:
“İş Bankası görevlileri gelir, burada kesim yaparlardı. O zaman burası, hiç balta girmemiş bir masal ormanıydı. 9,5 kütüründe, yaklaşık on metre genişliğinde ağaçlar vardı. Profesörler getirip götürdüm ben buraya. İncelediler, fotoğraflarını çektiler, defterlerine kaydettiler, kitaplar yazdılar.”
Sesi, anıların derin kuyusunda yankılanırken bir hüzün bulutu çöküyor üzerine.
“Ama çok yanlış işler oldu o kesimde. Ya Hu!.. Elli kütüründe bir sedir… Yontuyorlar, yontuyorlar, üç metreye sıyırıyorlar gövdeyi. Niye yapıyorsunuz? Özünü çıkarana kadar yontarak bir lata haline getiriyorlar. İsraf!.. İsraf!.. İsraf!..”
Başını iki yana sallıyor, Sonra, “Şimdi öyle değil,” diye ekliyor, “tomruk halinde gidiyor. Ama yazık… O orman, yoyuldu, yoyuldu gitti.” (‘Yoyulmak; değerini yitirmek). Öyle ki, yontulan ağaç kabuklarından yollar kapanır, ormana girilmez olurdu. “Yoyuntu, yığılır kalırdı.”
Söz yangına geliyor. Gözlerinde, uzak bir tepeden yükselen dumanın hayali parlıyor. “Yangında da çok nöbet tuttuk. Ormanı koruyan bizlerdik. Orada başkası koruyamazdı zaten.”
Bir anısını anlatırken sesi hem gururlu hem yorgundu.
Şehirli bir meslektaşı manyetolu (çevirmeli) telefonla arayıp, kaçak hayvan otlatanları yakaladığını, “Seyit Çavuş, lojmana getireyim mi?” diye sorduğunu söylemiş. Seyit Dede (Gür), olayı şöyle aktarıyor:
“Ne yapacağız bunları? Hepsi Urum (Batı) adamları. Adamlara ekmek verilecek, aş pişirilecek… Dedim ki ona: ‘Ne yaptın sen? Bu ormana düşmanca baktırmayacağız. Dostça bakacağız. Bu adamın canını yakarsan, o da bir kibrit çakarsa, burası yok olur gider.’”
Karşısındaki de hayvan başına beşer lira almak istediğini söylemiş.
Bu noktada, ben -bu satırların yazarı olarak- araya girip soruyorum: “Peki Seyit Dede, bu insanlar ne zaman başladı sizce bu ahlaki bozulmaya?”
Derin bir sessizlik. Sonra, yumuşak ama keskin bir cevap: “Bilmem ki…”
Israrla, “Evveliyatından beri mi var? Ama böyle olmaz, olmaması lazım!” diyorum.
Bakışlarını pencereden dışarıya çeviriyor ufka dalıyor, sanki Torosların bütün geçmişini tarıyor. “Olur… Olur!.. Kötülük devam etmiş gitmiştir.” Ve tarihin acımasız dengesini, basit bir formülle özetliyor: “Bir iyi, iki kötü. İki kötü, bir iyi. Böyle devam etmiş.”
Bir başka hatıra dökülüyor dudaklarından. Vahap Dayısı, Çavdarlı’da kaçak ağaç kesimi olduğunu haber vermiş. Seyit Gür, silahını alıp arkadan dolanmış. “Baktım, üç dört ağaç kesmiş, biçiyorlar. On beş, yirmi kütüründe. Resmen yıkıp yıkıp kesiyorlar.” Yakalamış onları. “Muhtar var yukarıda,” demişler. Muhtar gelmiş, uzun uzun konuşmuş, babası Nuri Hoca’yı tanıdığı için cebine bir miktar para sokuşturmaya kalkmış.
Seyit Gür’ün o anki tavrı, onun karakterinin özünü yansıtıyor:
“Çıkardım parayı, önüne koydum. O zaman beş bin lira çok acayip bir paraydı. ‘Haklısınız,’ dedim. ‘Biz de biliyoruz, yerine göre kesiyoruz. Biz de malcıyız. Siz benim babamı biliyorsunuz, Nuri Hoca. Babamı Konya bilir, tarih bilir. Bunu cebine koy, aslımız biliniyor, biz böyle bir şey bilmeyiz. Ancak…’ diye devam ettim, ‘elma kokusu alıyorum, elma var ise biraz verin, akşam arkadaşlarla yeriz.’”
Odada bir an sessizlik oluştu. Ben, şakayla karışık, “Siz ormancılar illa bir para teklifi alacaksınız,” diye takıldım.
Seyit Gür’ün yüzü aydınlandı. “Keh, keh, keh!” O meşhur, pencereyi aşan kahkaha, odanın içini bir daha çınlattı. Gülüşü yatıştığında, bana bakıp, gözlerinde bir şimşek çaktı. “Sonunu sen getirdin,” der gibiydi. Latife, ağır anıyı dağıttı.
Sohbet, derelerden tepelere, yangın kulelerinden kaçakçı yollarına dolaşıp durdu. Seyit Gür’ün her anlatısı, Cocakdere’nin coğrafi bir saha olmayıp, bir ahlak, bir koruma ve bir hafıza mekânı olduğunu nakşediyordu zihnimize…
Orada, “Koca Katran” başlı başına bir ağaç olmakla kalmıyor, her yontulmuş sedirin, her söndürülmüş yangının, her geri çevrilmiş rüşvetin sessiz tanığı oluyordu. Seyit Gür de o tanıklığın canlı, nefes alan ve 95 yaşıyla günümüze ulaşan bir uzantısı…
Kapıda, bir sonraki bölümün habercisi gibi duran konu vardı: Bilge Nuri Hoca’dan başlayan aile, dini hizmetler ve politika…
Torosların bu sarp coğrafyasında, aile bağları ile dini hizmetin ve siyasetin örülü hikâyesi, belki de Cocakdere’nin sedirleri kadar katranlı ve dolambaçlıydı. Ama o hikâye, bir sonraki buluşmamızın, bir sonraki anlatının konusu olacaktır.
*
Haftaya: Nuri Hoca'nın Din Hizmeti.
*
Kaynakça
Mersin İli 2020 Yılı Çevre Durum Raporu. (2021). Türkiye Cumhuriyeti Mersin Valiliği Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğü.
Anasayfa
Yazarlar
Hilmi Dulkadir
Yazı Detayı
Bu yazı 190 kez okundu.
KÜLTÜR YAZILARI... GÜNE DOĞRU YAZILAR-VIII | Cocakdere -Katran Ağacının Gölgesinde Zamana Direnenler| 3 Aralık 2025 | Bölüm: III | Hilmi DULKADİR
•
Gözne’nin tepesinde, zamanın ağır akışını dinleyen o evdeyiz. Pencereden taşan ışık, tozlu hava kesitlerinde dans ediyor, odanın tam kalbinde doksan beş yıllık bir çınar, Seyit Gür, köklerini anılara salmış oturuyor. Yanı başındayım; dinlediğim her kelime, soluduğum her nefes, tarihin soluk alıp verişiyle aynı ritme giriyor adeta. Zihnim, bir hazine avcısının titizliği ve bir çocuğun hayreti arasında gidip geliyor; onun dudaklarından düşecek her hece, bu dağların kayıt tutulmamış bir sayfası olabilirmişçesine kulak kesiliyorum.
Sağımda, Gözne’nin sırlarını cebinde taşıyan bilge İrfan Tümer, karşımızda ise babasının mirasını saygıyla omuzlayan Aslan Gür. Sohbetimiz, Seyit Dede’nin meşhur kahkahalarıyla çınlıyor. O “Keh keh keh!” sesi, önce odada yankılanıyor, sonra pencereden sızarak Gözne’nin eğimli sokaklarına, sedir çatılı evlerin üzerine, nihayetinde uçurumun kenarından aşağıdaki sonsuz maviliğe doğru bulut gibi yuvarlanıp gidiyor. Bu kahkaha, ses değil; bir çağın, bir ömrün, yenilmez mizah duygusunun yankısı olmalı…
Söz, onun gençlik yıllarına, bekçilik yaptığı o efsanevi diyara dönüyor: COCAKDERE…
Burası, Mersin’in Toroslar İlçesi sınırlarında, derin vadilerin göğsünde beslenmiş, kapısını sadece seçilmiş yolların açtığı bir sırlar hazinesi…
İki yol götürür oraya, ormanın ruhunu arayanı…
Birincisi, bir kâşif titizliğiyle kat edilecek yolculuktur.
Aslanköy’ün Kuyucak’ından başlayıp, Tırtar’dan batıya kıvrılan toprak bir iz, sizi yavaş yavaş sedir ormanlarının kalbine tırmandırır. Nefesiniz, 2000 metreye vardığınızda Dümbelek Düzlüğü’nde hafifler, ama asıl manzara henüz saklıdır. On dört kilometre boyunca bu ıssız düzlükte doğuya ilerledikçe, nihayet Demirkapı’ya varırsınız. Bu kapı, geçit değil, adeta bir zaman sınırıdır; ardında, insan elinin değmediğine yemin edebileceğiniz bir vadi, COCAKDERE uzanır.
Kapıdan sonraki yirmi kilometre, bir tapınağın sahıflarında (sayfalarında) ilerlemek gibidir. Her tarafta, gençliğin taze yeşili ile ihtiyarın vakur grisi iç içe geçmiş dev sedirler… Sonunda, bir nöbetçi kulesi gibi yükselen Tekedağ Yangın Gözetleme Kulesi’ni geçerseniz, yol sizi ona, her şeyin taçlandığı noktaya götürür: Koca Katran’a…
(Mersin İli 2020 Yılı Çevre Durum Raporu, 2021)’in rakamlarla tarif ettiği bu anıt, 629 yıllık bir zaman çarkı, 40 metrelik bir sessizlik anıtıdır. 2,34 metrelik çapıyla, ancak birkaç kişinin kucaklayabileceği bu gövde, dokunduğunuzda avuçlarınıza yüzyılların sabrını, fırtınalara meydan okuyuşunu bırakır.
İkinci yol ise daha saklı, daha mahremdir. Gözne’nin taşlı yollarından Değirmendere’ye, oradan Kızılkaya’nın sarp yamaçlarına, Alanyalı’nın serin sularına, Sadiye ve Yılanovası’nın unutulmuş topraklarına uğrayarak Safrakesen’e tırmanırsınız. Bu yol, bölgenin ruhunu, mahalle mahalle, nefes nefese hissederek ilerler.
Safrakesen’den sonra açılan patika, sizi yukarıdan, COCAKDERE vadisine bir kartal bakışıyla indirir. Bu güzergâh, seyahatten ziyade bir iç yolculuktur.
İşte Seyit Gür, gençlik ateşiyle yandığı yıllarda, bu iki yolun kesiştiği o muazzam koruluğun bekçisidir.
Sedirlerin arasında, kuleden bakarken, gözünün aradığı yangın dumanını değil, zamanın kendisini gözetlemektir.
Anlatıyor:
“İş Bankası görevlileri gelir, burada kesim yaparlardı. O zaman burası, hiç balta girmemiş bir masal ormanıydı. 9,5 kütüründe, yaklaşık on metre genişliğinde ağaçlar vardı. Profesörler getirip götürdüm ben buraya. İncelediler, fotoğraflarını çektiler, defterlerine kaydettiler, kitaplar yazdılar.”
Sesi, anıların derin kuyusunda yankılanırken bir hüzün bulutu çöküyor üzerine.
“Ama çok yanlış işler oldu o kesimde. Ya Hu!.. Elli kütüründe bir sedir… Yontuyorlar, yontuyorlar, üç metreye sıyırıyorlar gövdeyi. Niye yapıyorsunuz? Özünü çıkarana kadar yontarak bir lata haline getiriyorlar. İsraf!.. İsraf!.. İsraf!..”
Başını iki yana sallıyor, Sonra, “Şimdi öyle değil,” diye ekliyor, “tomruk halinde gidiyor. Ama yazık… O orman, yoyuldu, yoyuldu gitti.” (‘Yoyulmak; değerini yitirmek). Öyle ki, yontulan ağaç kabuklarından yollar kapanır, ormana girilmez olurdu. “Yoyuntu, yığılır kalırdı.”
Söz yangına geliyor. Gözlerinde, uzak bir tepeden yükselen dumanın hayali parlıyor. “Yangında da çok nöbet tuttuk. Ormanı koruyan bizlerdik. Orada başkası koruyamazdı zaten.”
Bir anısını anlatırken sesi hem gururlu hem yorgundu.
Şehirli bir meslektaşı manyetolu (çevirmeli) telefonla arayıp, kaçak hayvan otlatanları yakaladığını, “Seyit Çavuş, lojmana getireyim mi?” diye sorduğunu söylemiş. Seyit Dede (Gür), olayı şöyle aktarıyor:
“Ne yapacağız bunları? Hepsi Urum (Batı) adamları. Adamlara ekmek verilecek, aş pişirilecek… Dedim ki ona: ‘Ne yaptın sen? Bu ormana düşmanca baktırmayacağız. Dostça bakacağız. Bu adamın canını yakarsan, o da bir kibrit çakarsa, burası yok olur gider.’”
Karşısındaki de hayvan başına beşer lira almak istediğini söylemiş.
Bu noktada, ben -bu satırların yazarı olarak- araya girip soruyorum: “Peki Seyit Dede, bu insanlar ne zaman başladı sizce bu ahlaki bozulmaya?”
Derin bir sessizlik. Sonra, yumuşak ama keskin bir cevap: “Bilmem ki…”
Israrla, “Evveliyatından beri mi var? Ama böyle olmaz, olmaması lazım!” diyorum.
Bakışlarını pencereden dışarıya çeviriyor ufka dalıyor, sanki Torosların bütün geçmişini tarıyor. “Olur… Olur!.. Kötülük devam etmiş gitmiştir.” Ve tarihin acımasız dengesini, basit bir formülle özetliyor: “Bir iyi, iki kötü. İki kötü, bir iyi. Böyle devam etmiş.”
Bir başka hatıra dökülüyor dudaklarından. Vahap Dayısı, Çavdarlı’da kaçak ağaç kesimi olduğunu haber vermiş. Seyit Gür, silahını alıp arkadan dolanmış. “Baktım, üç dört ağaç kesmiş, biçiyorlar. On beş, yirmi kütüründe. Resmen yıkıp yıkıp kesiyorlar.” Yakalamış onları. “Muhtar var yukarıda,” demişler. Muhtar gelmiş, uzun uzun konuşmuş, babası Nuri Hoca’yı tanıdığı için cebine bir miktar para sokuşturmaya kalkmış.
Seyit Gür’ün o anki tavrı, onun karakterinin özünü yansıtıyor:
“Çıkardım parayı, önüne koydum. O zaman beş bin lira çok acayip bir paraydı. ‘Haklısınız,’ dedim. ‘Biz de biliyoruz, yerine göre kesiyoruz. Biz de malcıyız. Siz benim babamı biliyorsunuz, Nuri Hoca. Babamı Konya bilir, tarih bilir. Bunu cebine koy, aslımız biliniyor, biz böyle bir şey bilmeyiz. Ancak…’ diye devam ettim, ‘elma kokusu alıyorum, elma var ise biraz verin, akşam arkadaşlarla yeriz.’”
Odada bir an sessizlik oluştu. Ben, şakayla karışık, “Siz ormancılar illa bir para teklifi alacaksınız,” diye takıldım.
Seyit Gür’ün yüzü aydınlandı. “Keh, keh, keh!” O meşhur, pencereyi aşan kahkaha, odanın içini bir daha çınlattı. Gülüşü yatıştığında, bana bakıp, gözlerinde bir şimşek çaktı. “Sonunu sen getirdin,” der gibiydi. Latife, ağır anıyı dağıttı.
Sohbet, derelerden tepelere, yangın kulelerinden kaçakçı yollarına dolaşıp durdu. Seyit Gür’ün her anlatısı, Cocakdere’nin coğrafi bir saha olmayıp, bir ahlak, bir koruma ve bir hafıza mekânı olduğunu nakşediyordu zihnimize…
Orada, “Koca Katran” başlı başına bir ağaç olmakla kalmıyor, her yontulmuş sedirin, her söndürülmüş yangının, her geri çevrilmiş rüşvetin sessiz tanığı oluyordu. Seyit Gür de o tanıklığın canlı, nefes alan ve 95 yaşıyla günümüze ulaşan bir uzantısı…
Kapıda, bir sonraki bölümün habercisi gibi duran konu vardı: Bilge Nuri Hoca’dan başlayan aile, dini hizmetler ve politika…
Torosların bu sarp coğrafyasında, aile bağları ile dini hizmetin ve siyasetin örülü hikâyesi, belki de Cocakdere’nin sedirleri kadar katranlı ve dolambaçlıydı. Ama o hikâye, bir sonraki buluşmamızın, bir sonraki anlatının konusu olacaktır.
*
Haftaya: Nuri Hoca'nın Din Hizmeti.
*
Kaynakça
Mersin İli 2020 Yılı Çevre Durum Raporu. (2021). Türkiye Cumhuriyeti Mersin Valiliği Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğü.
Ekleme
Tarihi: 03 Aralık 2025 -Çarşamba
KÜLTÜR YAZILARI... GÜNE DOĞRU YAZILAR-VIII | Cocakdere -Katran Ağacının Gölgesinde Zamana Direnenler| 3 Aralık 2025 | Bölüm: III | Hilmi DULKADİR
Yazıya ifade bırak !
Bu yazıya hiç ifade kullanılmamış ilk ifadeyi siz kullanın.
Okuyucu Yorumları
(0)
Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.