Hilmi Dulkadir
Köşe Yazarı
Hilmi Dulkadir
 

KÜLTÜR YAZILARI... GÜNE DOĞRU YAZILAR-VII | 12.11.2025 | Hilmi DULKADİR

Şehitlerimizin acısını yüreğimizde hissediyoruz. Rabbim ailelerine sabır versin. Milletimizin başı sağ olsun... * | GÜNE DOĞRU YAZILAR-VII | 12.11.2025 | Hilmi DULKADİR | * Gözne'ye Giden Yol: Evlerin Katmanları Arasında Bir Arayış: *        Mersin’in Gözne Mahallesi, Toroslar İlçesi'nin engin koynuna saklanmış, zamanın ağır aksak ilerlediği bir mahaldi. Evler, yamacın yüzeyinde birbirine sokulmuş gibi duruyor, taş duvarlarından geçmişin fısıltıları ve toprağın kadim kokusu sızıyordu.         O daracık sokaklarda yürümek, bir mahalleden ziyade, tarihin katmanları arasında, sessiz sedasız bir yolculuğa çıkmak gibiydi.        Yol arkadaşım Sn. İrfan Tümer’le, yokuşu tırmanıyorduk. Güneş, karşı yamacın ardına çekilirken, taşların üzerine düşen gölgeler kısalıyor, geçmişle şimdi arasındaki o ince, görünmez perde bir anlığına aralanır gibi oluyordu.         Her bir dönemeç, bizi mekândan çok, zamanda daha derin bir katmana taşıyordu.        Tepeye vardığımızda, çobanların bir zamanlar koyun otlattığı o kayalık düzlük, artık yeni yollarla, yeni yapılmış evlerle bezenmişti. Toprak, bu dokunuşla biraz değişmiş gibi görünse de onun belleği, her taşın altında, her rüzgârın uğultusunda, bir göçün yankısı, bir duanın izi olarak hâlâ diri ve sıcaktı. Bu bellek, bizi görünmez bir el gibi, bir hanenin eşiğine çekiyordu.        Kapıyı açan genç adam, Seyit Gür'ün oğlu Aslan, sessizliğin dilinden anlayan haliyle bizi içeri buyur etti.         Loş bir odaya girdiğimizde, pencereden süzülen ışık, köşedeki divanda oturan Seyit Gür'ün yüzüne vuruyordu. O yüz, üzerinde bir ömrün bütün izlerini taşıyan, yorgun ama bir o kadar da sükûnet dolu bir haritaydı. Gözlerinin derinliklerinde ise, kaybolmaya yüz tutmuş bir kültürün bilgeliği, solgun yıldızlar gibi parıldıyordu.        1930'lardan bu yana akan bir zamanın içinden, Kadınlı Oymağı'nın son nefes taşıyıcılarından biriydi o. Sesi, uzak dağlardan gelen bir rüzgârın kokusunu taşıyor, ya da bir nehrin dingin ama ısrarlı akışı gibiydi. Zihni, çoktan kaybolmuş günlerinde, obalarında ve göç yollarındaydı.        "Bizim oymağa, Kadınlı derlerdi..." diye başladı söze. Cümleleri, bir hikâye değil, bir hesaplaşmanın, doğayla, kaderle ve zamanla kurulmuş uzun bir diyaloğun ifadesiydi:        "Namrun'un ötesindeydik (şimdi Çamlıyayla). Ormanla aramız iyi değildi. Ağaçları hoyratça kestik. Toprak bizi kovdu. Cocak Dere'ye indik, ama orası da bize yuva olmadı..."        Oğlu Aslan, babasının bıraktığı yerden, saygıyla sözü devraldı. Sözleri, bir aileden öte, bir topluluğun dönüşüm destanını anlatıyordu:        "Dedem Nuri Hoca, onlara bir ışık gibi doğdu. İlmiyle, sabrıyla... Onlara imanı, merhameti, bir olmayı öğretti."        Seyit Gür, başını hafifçe salladı. Dudaklarından, bir dua mırıltısına benzer kelimeler döküldü:         "Din yoktu, iman yoktu. Davar varıdı, koyun varıdı... Babama, obadan Hacı Simsar diye biri sahip çıktı. Dost oldu, kardeş oldu... Oradan başladı her şey."        Yol arkadaşım Sn. Tümer, o anda, bu hikâyenin en derin köklerine dokunmak istercesine sordu:        "Peki, kimdi bu Nuri Hoca? Nereden gelmişti?"        Seyit Gür'ün gözleri, odanın loşluğunda daha da derinlere, hatıraların puslu ırmağına daldı. Sesi, bir çınar yaprağının yere düşüşü kadar hafif, ama bir o kadar da anlam yüklüydü:        "Amasya'nın Vezirköprü'sündendi... Ailesi savaş ateşinde kaybolmuştu. Yeşilırmak'ın kenarında büyüdü; çocukluğu, camızların kuyruğuna tutunup azgın sulara direnmekle geçti. Sonra ilim diye yollara düştü. İstanbul'da, medreselerde okudu. El-Ezher'de müderris oldu. Mekke'yi, Medine'yi gördü, Mescid-i Aksa’yı... Ama yuvası hiç olmadı."        Sözleri, Osmanlı'nın son demlerinin karmaşasında, ilmin peşinde bir ömür süren bir adamın portresini çiziyordu:        "Konya'ya gitmek istediler. Orası, kendileri için ilmin son sığınağıydı. Fakat savaş vardı... Dağ yollarını kullanmak zorundaydılar. Bu yüzden yolları o yöreye konmuş Kadınlı Oymağı'nın yakınlarına düşmüştü."        İşte, o anda kader, görünmez iplerini oynattı:        Obada, namazı kıldıracak hoca bulunamayan bir cenaze vardı. Gelen bu yabancı hocalardan biri, ilk kez orada salâ sesini yükseltti; ardından cenaze namazını kıldırdı. Böylece, bir topluluğun yapısı o anda, sessizce ve derinden, yeni bir yöne doğru evriliyordu. * Devamı, haftaya bugün…
Ekleme Tarihi: 13 Kasım 2025 -Perşembe

KÜLTÜR YAZILARI... GÜNE DOĞRU YAZILAR-VII | 12.11.2025 | Hilmi DULKADİR

Şehitlerimizin acısını yüreğimizde hissediyoruz. Rabbim ailelerine sabır versin. Milletimizin başı sağ olsun...
*
| GÜNE DOĞRU YAZILAR-VII | 12.11.2025 | Hilmi DULKADİR |
*
Gözne'ye Giden Yol: Evlerin Katmanları Arasında Bir Arayış:
*
       Mersin’in Gözne Mahallesi, Toroslar İlçesi'nin engin koynuna saklanmış, zamanın ağır aksak ilerlediği bir mahaldi. Evler, yamacın yüzeyinde birbirine sokulmuş gibi duruyor, taş duvarlarından geçmişin fısıltıları ve toprağın kadim kokusu sızıyordu. 
       O daracık sokaklarda yürümek, bir mahalleden ziyade, tarihin katmanları arasında, sessiz sedasız bir yolculuğa çıkmak gibiydi.
       Yol arkadaşım Sn. İrfan Tümer’le, yokuşu tırmanıyorduk. Güneş, karşı yamacın ardına çekilirken, taşların üzerine düşen gölgeler kısalıyor, geçmişle şimdi arasındaki o ince, görünmez perde bir anlığına aralanır gibi oluyordu. 
       Her bir dönemeç, bizi mekândan çok, zamanda daha derin bir katmana taşıyordu.
       Tepeye vardığımızda, çobanların bir zamanlar koyun otlattığı o kayalık düzlük, artık yeni yollarla, yeni yapılmış evlerle bezenmişti. Toprak, bu dokunuşla biraz değişmiş gibi görünse de onun belleği, her taşın altında, her rüzgârın uğultusunda, bir göçün yankısı, bir duanın izi olarak hâlâ diri ve sıcaktı. Bu bellek, bizi görünmez bir el gibi, bir hanenin eşiğine çekiyordu.
       Kapıyı açan genç adam, Seyit Gür'ün oğlu Aslan, sessizliğin dilinden anlayan haliyle bizi içeri buyur etti. 
       Loş bir odaya girdiğimizde, pencereden süzülen ışık, köşedeki divanda oturan Seyit Gür'ün yüzüne vuruyordu. O yüz, üzerinde bir ömrün bütün izlerini taşıyan, yorgun ama bir o kadar da sükûnet dolu bir haritaydı. Gözlerinin derinliklerinde ise, kaybolmaya yüz tutmuş bir kültürün bilgeliği, solgun yıldızlar gibi parıldıyordu.
       1930'lardan bu yana akan bir zamanın içinden, Kadınlı Oymağı'nın son nefes taşıyıcılarından biriydi o. Sesi, uzak dağlardan gelen bir rüzgârın kokusunu taşıyor, ya da bir nehrin dingin ama ısrarlı akışı gibiydi. Zihni, çoktan kaybolmuş günlerinde, obalarında ve göç yollarındaydı.
       "Bizim oymağa, Kadınlı derlerdi..." diye başladı söze. Cümleleri, bir hikâye değil, bir hesaplaşmanın, doğayla, kaderle ve zamanla kurulmuş uzun bir diyaloğun ifadesiydi:
       "Namrun'un ötesindeydik (şimdi Çamlıyayla). Ormanla aramız iyi değildi. Ağaçları hoyratça kestik. Toprak bizi kovdu. Cocak Dere'ye indik, ama orası da bize yuva olmadı..."
       Oğlu Aslan, babasının bıraktığı yerden, saygıyla sözü devraldı. Sözleri, bir aileden öte, bir topluluğun dönüşüm destanını anlatıyordu:
       "Dedem Nuri Hoca, onlara bir ışık gibi doğdu. İlmiyle, sabrıyla... Onlara imanı, merhameti, bir olmayı öğretti."
       Seyit Gür, başını hafifçe salladı. Dudaklarından, bir dua mırıltısına benzer kelimeler döküldü: 
       "Din yoktu, iman yoktu. Davar varıdı, koyun varıdı... Babama, obadan Hacı Simsar diye biri sahip çıktı. Dost oldu, kardeş oldu... Oradan başladı her şey."
       Yol arkadaşım Sn. Tümer, o anda, bu hikâyenin en derin köklerine dokunmak istercesine sordu:
       "Peki, kimdi bu Nuri Hoca? Nereden gelmişti?"
       Seyit Gür'ün gözleri, odanın loşluğunda daha da derinlere, hatıraların puslu ırmağına daldı. Sesi, bir çınar yaprağının yere düşüşü kadar hafif, ama bir o kadar da anlam yüklüydü:
       "Amasya'nın Vezirköprü'sündendi... Ailesi savaş ateşinde kaybolmuştu. Yeşilırmak'ın kenarında büyüdü; çocukluğu, camızların kuyruğuna tutunup azgın sulara direnmekle geçti. Sonra ilim diye yollara düştü. İstanbul'da, medreselerde okudu. El-Ezher'de müderris oldu. Mekke'yi, Medine'yi gördü, Mescid-i Aksa’yı... Ama yuvası hiç olmadı."
       Sözleri, Osmanlı'nın son demlerinin karmaşasında, ilmin peşinde bir ömür süren bir adamın portresini çiziyordu:
       "Konya'ya gitmek istediler. Orası, kendileri için ilmin son sığınağıydı. Fakat savaş vardı... Dağ yollarını kullanmak zorundaydılar. Bu yüzden yolları o yöreye konmuş Kadınlı Oymağı'nın yakınlarına düşmüştü."
       İşte, o anda kader, görünmez iplerini oynattı:
       Obada, namazı kıldıracak hoca bulunamayan bir cenaze vardı. Gelen bu yabancı hocalardan biri, ilk kez orada salâ sesini yükseltti; ardından cenaze namazını kıldırdı. Böylece, bir topluluğun yapısı o anda, sessizce ve derinden, yeni bir yöne doğru evriliyordu.
*
Devamı, haftaya bugün…

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve mersindesonhaber.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.