Hilmi Dulkadir
Köşe Yazarı
Hilmi Dulkadir
 

KÜLTÜR YAZILARI... GÜNE DOĞRU YAZILAR-X | | Gözne’de Bir Cuma Günü ve Terzi Dükkânında Zamanın Nakışları |16 Aralık 2025 | Bölüm: V | Hilmi DULKADİR

•        Cuma namazı vakti yaklaşırken, Gözne-Korum’un sakin bir yamacından hareketle Gözne merkez camiye ulaşmış, namazımı kılmıştım. Nuri Hoca’nın hayalini kovalayan bir yolcuydum. İçim namazın huzuruyla doluyken camiden dışarı çıktığımda, serin gökyüzü, masmavi bir ipek gibi üstümüze serilmişti.        İhtiyarlar, camiden çıkarken her biri bir anı, belki de bir cevap taşıyordu sanki. Benim bakışlarım ise onların arasında Nuri Hoca’nın izini süren bir avcı gibi geziniyordu. Park ettiğim aracın yanında, kontak anahtarını çevirmeden önce bir an durdum. Gözlerim, namazdan sonra dar sokağın gölgeli köşelerinden geçip, tek başına yürüyen bir ihtiyara takıldı. Otobüs durağına doğru ilerleyen bu sakin ihtiyar, sanki zamanın tozlu sayfalarından süzülüp bu öğlen vaktine düşmüş gibiydi.        Yanına gittim. Selam verdim. Gülümsedi, hafifçe başını eğdi. Yanındaki tahta banka oturduk. Soluk almış gibi duran bu durağın üst koruyucusunun altında, kelimelerimiz havada buluştu.        “Erdal Kaya,” dedi sesi, yumuşak ama net. “15 Eylül 1946 Gözne doğumluyum. Terziydim, 22 sene de mahalle muhtarlığı yaptım.” Sanki ömrünü bir solukta özetliyor, fakat her kelimenin ardında onlarca yılın yükü gizleniyordu.        Gözleri, uzak bir noktaya, belki de gençliğinin Gözne’sine daldı. “Nuri Hoca’yı gördüm,” diye devam etti, sanki o ismi anmak bile kutsal bir andı. “Mısır’da okumuş, sonra kader onu Mersin sahillerine atmış. Yaylacılar, ‘Bizim bir hocaya ihtiyacımız var’ diyerek bu dağlara çıkarmışlar. Burada yörüklerden bir kızla evlendirmişler. Onu bu toprağa bağlamışlar. Çocukları oldu: Ali, Ahmet, Seyit… Birkaç tane de kızları.”        Sesinde bir saygı, bir hayranlık vardı. “Vaaz verirken saatlerce kitaba bakmazdı,” dedi. “Kelamı, su gibi akardı. Gözleri kapalı konuştuğu olurdu, sanki sözleri gökten iniyordu.” Üç arkadaşıyla geldiği hikâyesini sorduğumda, hafifçe omuz silkti. “Orasını bilmem,” dedi. “Ama yaylalara çıkardı, yörüklerle yaşardı. Doğrudur.”        Otobüs, Ayvagediği yönünden yaklaşırken, o kalktı. Benim gözlerimin içine baktı. “Çok alim bir adamdı,” dedi, bu kez daha vurgulu, sanki unutulmasın istiyordu. Sonra ekledi: “Caminin bitişiğinde terzi kardeşim var, adı Sabri Kaya. Ona git.” Otobüsün Kapısı kapandı ve uzaklaştı, ben ise o son cümlenin peşine düşmüş bir hayalperest gibi, yeniden camiye doğru yürüdüm.        Sabri Usta’nın dükkânı, daracık bir sokakta, zemin katta saklanmış gibiydi. Kapıyı açtığımda, içeriden yayılan dinginlik ve kitap kokusu beni sarıverdi. Yirmi metrekarelik bu küçük âlemde, bir yanda dikiş makinesinin ritmik tıkırtısı, diğer yanda yerden tavana yükselen kitapların sessiz varlığı…         Pencerenin önünde, gözlüğü burnunun ucuna inmiş, ince iplikleri nakış gibi işleyen Sabri Usta, başını kaldırıp baktı. Gözlerinde bir merak, bir sıcaklık.        “Ne buyurdunuz?” diye sordu sesi, bir çaydanlık gibi demli ve sıcak… Dükkânı gözlerimle tararken, “Bu kitaplığı görünce şaşırdım,” dedim. “Küçük bir terzihanede böyle bir hazineye rastlamak…” Sözlerim boğazımda düğümleniyordu. Hemen sol raftaki ciltlere uzandım. “Gözne Evleri” başlıklı kitap, parmağımın ucunda durdu. Sabri Usta, “Al, incele,” dedi. “Burada her kitap bir hikâyedir.”        Oturdum. Sohbet, yavaş yavaş derinlere indi. Nuri Hoca’yı sorduğumda, Sabri Usta’nın yüzü aydınlandı. “O,” dedi, “Mısır’dan Kıbrıs’a, oradan Mersin’in kollarına düşmüş bir bilgeydi. Belediye Başkanı Okan Merzeci’nin dedesi, onu bu dağlara davet etmiş. ‘Ramazanı burada geçir,’ demiş, ‘bize hocalık yap.’ Gözne halkı, onu öyle benimsemiş ki, evlendirmişler, davar, koyun, hatta deve vermişler. Onu bu toprağa bağlamışlar.”        Sesi, sanki o günleri yeniden yaşıyormuş gibi canlıydı. “Sadece din bilgisi değildi onunki,” diye devam etti. “Tarih, coğrafya, sosyal meseleler… Konuşurken zaman dururdu. Bir keresinde siyasi nedenlerle şikâyet edilmiş, vali çağırmış. Dinlemiş vali, sonra özel aracıyla göndermiş onu Gözne’ye. ‘Bu adam bilgisiyle bu dağları aydınlatır,’ demiş olmalı.”        Sabri Ustaya “Politikaya atıldı mı?” diye sordum. “CHP’liydi,” dedi, “ama siyaset yaptığını görmedik. Belki de sadece fikriyle, bilgisiyle dokunurdu insanlara.”        Torunu Aslan Gür’ün “Atatürk’ün gönderdiğini düşünüyorum” sözünü hatırlattım. Sabri Usta, derin bir nefes aldı. “İstanbul’da okumuştu. Belki oradan bir bağ vardır. Kim bilir? Tarih, bazen sırlarını saklar.”        Sohbet Maraşlıgiller’e uzandı. Sabri Usta, hemen raflara yöneldi. Tarih kitaplarını karıştırırken anlatıyordu: “Nuri Hoca’nın oğlu, Maraşlıgil’den Sadullah’la ortak kasapçılık yapmış. 1918’de Ali Maraşlıgil muhtardı burada.” Dedi.        Kitapların arasında kaybolmuştu, sanki her cilt ona bir kapı açıyordu.        Hasta olan Mustafa Efendi’yi sorduğumda, yüzü bulutlandı. “Onu artık görmek mümkün değil,” dedi. “Zaman, bazen en değerli yüzleri siler götürür.”       Dükkândan ayrılırken, geri dönüp bir kez daha baktım. Terzinin makinesi tıkır tıkır işliyor, kitaplar ise raflarda sessizce bekliyordu. Burası bir işyeri olmaktan çıkmış, bir hafıza odası, bir zaman nakışhanesiydi. Her dikiş izi, bir anıyı birleştiriyor; her kitap, bir hikâyeyi saklıyordu.        Ayvagediği yönünden aşağıya doğru yürüdüğümde Gözne, ikindinin solgun ışıklarına bürünmeye başlamıştı.        Nuri Hoca’nın ruhu, belki de bu dağlarda, bu taşlarda, bu sessizlikte yaşıyordu. Ve ben, bir sonraki buluşmada sizi Mersin’in o eski evlerinin içlerine götüreceğime söz veriyorum.        Orada da saklı kalmış yeni hatıralar, fısıldayan duvarlar bizi bekliyor olacak.        Şimdilik, terzi dükkânının kitap kokulu sessizliğinde, zamanın nakışlarını düşünelim. Gözne’de güne doğru yürüyoruz, her adımda bir hikâye, her nefeste bir anı gizli…
Ekleme Tarihi: 17 Aralık 2025 -Çarşamba

KÜLTÜR YAZILARI... GÜNE DOĞRU YAZILAR-X | | Gözne’de Bir Cuma Günü ve Terzi Dükkânında Zamanın Nakışları |16 Aralık 2025 | Bölüm: V | Hilmi DULKADİR


       Cuma namazı vakti yaklaşırken, Gözne-Korum’un sakin bir yamacından hareketle Gözne merkez camiye ulaşmış, namazımı kılmıştım. Nuri Hoca’nın hayalini kovalayan bir yolcuydum. İçim namazın huzuruyla doluyken camiden dışarı çıktığımda, serin gökyüzü, masmavi bir ipek gibi üstümüze serilmişti.
       İhtiyarlar, camiden çıkarken her biri bir anı, belki de bir cevap taşıyordu sanki. Benim bakışlarım ise onların arasında Nuri Hoca’nın izini süren bir avcı gibi geziniyordu. Park ettiğim aracın yanında, kontak anahtarını çevirmeden önce bir an durdum. Gözlerim, namazdan sonra dar sokağın gölgeli köşelerinden geçip, tek başına yürüyen bir ihtiyara takıldı. Otobüs durağına doğru ilerleyen bu sakin ihtiyar, sanki zamanın tozlu sayfalarından süzülüp bu öğlen vaktine düşmüş gibiydi.
       Yanına gittim. Selam verdim. Gülümsedi, hafifçe başını eğdi. Yanındaki tahta banka oturduk. Soluk almış gibi duran bu durağın üst koruyucusunun altında, kelimelerimiz havada buluştu.
       “Erdal Kaya,” dedi sesi, yumuşak ama net. “15 Eylül 1946 Gözne doğumluyum. Terziydim, 22 sene de mahalle muhtarlığı yaptım.” Sanki ömrünü bir solukta özetliyor, fakat her kelimenin ardında onlarca yılın yükü gizleniyordu.
       Gözleri, uzak bir noktaya, belki de gençliğinin Gözne’sine daldı. “Nuri Hoca’yı gördüm,” diye devam etti, sanki o ismi anmak bile kutsal bir andı. “Mısır’da okumuş, sonra kader onu Mersin sahillerine atmış. Yaylacılar, ‘Bizim bir hocaya ihtiyacımız var’ diyerek bu dağlara çıkarmışlar. Burada yörüklerden bir kızla evlendirmişler. Onu bu toprağa bağlamışlar. Çocukları oldu: Ali, Ahmet, Seyit… Birkaç tane de kızları.”
       Sesinde bir saygı, bir hayranlık vardı. “Vaaz verirken saatlerce kitaba bakmazdı,” dedi. “Kelamı, su gibi akardı. Gözleri kapalı konuştuğu olurdu, sanki sözleri gökten iniyordu.” Üç arkadaşıyla geldiği hikâyesini sorduğumda, hafifçe omuz silkti. “Orasını bilmem,” dedi. “Ama yaylalara çıkardı, yörüklerle yaşardı. Doğrudur.”
       Otobüs, Ayvagediği yönünden yaklaşırken, o kalktı. Benim gözlerimin içine baktı. “Çok alim bir adamdı,” dedi, bu kez daha vurgulu, sanki unutulmasın istiyordu. Sonra ekledi: “Caminin bitişiğinde terzi kardeşim var, adı Sabri Kaya. Ona git.” Otobüsün Kapısı kapandı ve uzaklaştı, ben ise o son cümlenin peşine düşmüş bir hayalperest gibi, yeniden camiye doğru yürüdüm.
       Sabri Usta’nın dükkânı, daracık bir sokakta, zemin katta saklanmış gibiydi. Kapıyı açtığımda, içeriden yayılan dinginlik ve kitap kokusu beni sarıverdi. Yirmi metrekarelik bu küçük âlemde, bir yanda dikiş makinesinin ritmik tıkırtısı, diğer yanda yerden tavana yükselen kitapların sessiz varlığı… 
       Pencerenin önünde, gözlüğü burnunun ucuna inmiş, ince iplikleri nakış gibi işleyen Sabri Usta, başını kaldırıp baktı. Gözlerinde bir merak, bir sıcaklık.
       “Ne buyurdunuz?” diye sordu sesi, bir çaydanlık gibi demli ve sıcak…
Dükkânı gözlerimle tararken, “Bu kitaplığı görünce şaşırdım,” dedim. “Küçük bir terzihanede böyle bir hazineye rastlamak…” Sözlerim boğazımda düğümleniyordu. Hemen sol raftaki ciltlere uzandım. “Gözne Evleri” başlıklı kitap, parmağımın ucunda durdu. Sabri Usta, “Al, incele,” dedi. “Burada her kitap bir hikâyedir.”
       Oturdum. Sohbet, yavaş yavaş derinlere indi. Nuri Hoca’yı sorduğumda, Sabri Usta’nın yüzü aydınlandı. “O,” dedi, “Mısır’dan Kıbrıs’a, oradan Mersin’in kollarına düşmüş bir bilgeydi. Belediye Başkanı Okan Merzeci’nin dedesi, onu bu dağlara davet etmiş. ‘Ramazanı burada geçir,’ demiş, ‘bize hocalık yap.’ Gözne halkı, onu öyle benimsemiş ki, evlendirmişler, davar, koyun, hatta deve vermişler. Onu bu toprağa bağlamışlar.”
       Sesi, sanki o günleri yeniden yaşıyormuş gibi canlıydı. “Sadece din bilgisi değildi onunki,” diye devam etti. “Tarih, coğrafya, sosyal meseleler… Konuşurken zaman dururdu. Bir keresinde siyasi nedenlerle şikâyet edilmiş, vali çağırmış. Dinlemiş vali, sonra özel aracıyla göndermiş onu Gözne’ye. ‘Bu adam bilgisiyle bu dağları aydınlatır,’ demiş olmalı.”
       Sabri Ustaya “Politikaya atıldı mı?” diye sordum. “CHP’liydi,” dedi, “ama siyaset yaptığını görmedik. Belki de sadece fikriyle, bilgisiyle dokunurdu insanlara.”
       Torunu Aslan Gür’ün “Atatürk’ün gönderdiğini düşünüyorum” sözünü hatırlattım. Sabri Usta, derin bir nefes aldı. “İstanbul’da okumuştu. Belki oradan bir bağ vardır. Kim bilir? Tarih, bazen sırlarını saklar.”
       Sohbet Maraşlıgiller’e uzandı. Sabri Usta, hemen raflara yöneldi. Tarih kitaplarını karıştırırken anlatıyordu: “Nuri Hoca’nın oğlu, Maraşlıgil’den Sadullah’la ortak kasapçılık yapmış. 1918’de Ali Maraşlıgil muhtardı burada.” Dedi.
       Kitapların arasında kaybolmuştu, sanki her cilt ona bir kapı açıyordu.
       Hasta olan Mustafa Efendi’yi sorduğumda, yüzü bulutlandı. “Onu artık görmek mümkün değil,” dedi. “Zaman, bazen en değerli yüzleri siler götürür.”
      Dükkândan ayrılırken, geri dönüp bir kez daha baktım. Terzinin makinesi tıkır tıkır işliyor, kitaplar ise raflarda sessizce bekliyordu. Burası bir işyeri olmaktan çıkmış, bir hafıza odası, bir zaman nakışhanesiydi. Her dikiş izi, bir anıyı birleştiriyor; her kitap, bir hikâyeyi saklıyordu.
       Ayvagediği yönünden aşağıya doğru yürüdüğümde Gözne, ikindinin solgun ışıklarına bürünmeye başlamıştı.
       Nuri Hoca’nın ruhu, belki de bu dağlarda, bu taşlarda, bu sessizlikte yaşıyordu. Ve ben, bir sonraki buluşmada sizi Mersin’in o eski evlerinin içlerine götüreceğime söz veriyorum.
       Orada da saklı kalmış yeni hatıralar, fısıldayan duvarlar bizi bekliyor olacak.
       Şimdilik, terzi dükkânının kitap kokulu sessizliğinde, zamanın nakışlarını düşünelim. Gözne’de güne doğru yürüyoruz, her adımda bir hikâye, her nefeste bir anı gizli…

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve mersindesonhaber.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.