Yörük Kadınlarının Zamanlar Arası İzleri-21:
(Y9) Anne İçin -I: Kökler, Evlilik ve Konar-Göçerlik
*
Ovadaki Çadırdan Yaylaya Uzanan Yol:
(Y9) kodlu Anne anlatıyor: Dedelerimiz, Antalya’nın Alanya sırtlarından, güneşin kavurduğu taşlı tepelerden kopup gelmiş. Adları, Arpaçbahşiş’in tozlu yollarında bir kâtibin kalemiyle kütüğe yazılmış.
O topraklar, Osmanlı’ya uzanan bir tarihin izlerini taşıyor; her adımda, her taşta bir hikâye saklıdır…
Benim babamın gölgesi de benim çocukluğumun üstüne düştü; okul kapıları bana kapalıydı . Okuma yazmayı, çadır aralarında, komşu çocuklarının mırıldandığı harflerden, bir de kendi çabamla topladığım birkaç kelimeyle öğrenebildim. Ama hayat, kâğıda yazılanlardan çok daha kalın bir deftermiş…
Yirmi yedi yaşında, yüreğimde bir sevda kıvılcımıyla, Yakaköy’ün çadırından Arpaçsakarlar’a, sevdiğime kaçtım.
Kırda kuzuları otlatırken, çeşme başında laflarken, çadırların arasında saklambaç oynarken filizlenen o sevda, bir çöldeki serap gibiydi hem yakın hem uzak…
Çadırdan çadıra kaçışımız, bir serüvendi. Üç gün saklandık; ağabeylerimin ve törelerin gölgesi üstümüzdeydi…
Sonra döndüm, beyaz gelinlik giydim, mevlit okundu, dualar gökyüzüne üflendi.
Düğünde boynuma sekiz kıvratma zincir takıldı; ucunda yonca, küpe, yüzük...
O altınlar, benim için süs olmaktan ziyade, bir aile olmanın ağırlığını, bağlılığını taşıyor; böylece, çadırın ortasında, keçi kılından dokunmuş kilimlerin üstünde, yeni bir hayatın ilk adımları atılıyordu.
*
Sabah namazlarında, elimde bakır ibrik ve temiz bir havlu, kaynana ve kayınbabama hizmet ederdim. Üç yıl, ellerine su döktüm, saygının sessiz dilini öğrendim.
Evde küçük büyük demeden herkesin yeri ayrıydı; beş yaşındaki bir erkek çocuğa bile “abi” derdi gelin. En büyük görümceye “Cice” dedik, sonra “abla”ya döndü dilimiz. Erkeklere “Ağa” derdik; şimdi “abi” diyoruz, geçen zaman eski kelimeleri de beraberinde alıp götürmüş, yerine yenilerini bırakmış…
Ama saygı? Çadırın direkleri gibi dimdik dururdu da ne rüzgâr ne geçen zaman onu sarsabildi…
Kendi çadırımız ayrılınca, hizmet bitti, ama o saygı hep kaldı.
Koyun sağdım, sacda ekmek yaptım; ellerim ateşin közünde yandı, çok zaman hayatın ağır yükü, omuzlarımda taşınıp durdu.
Kayınbabam, geçimlerimiz ayrıldığında 45 koyun verdi; her biri, bir ailenin geleceğiydi. Nisan-Mayıs’ta, Aslanköy’ün İki Kuyu Yaylası’na göçerdik.
Zaman ilerledi, develer satılalı çok olmuştu; eskiden bir hafta süren göç, önce traktörle, sonra kamyonlarla iki saate indi.
Çadırın köşesinde taşlarla örülmüş “yüklük” vardı; kendi dokuduğumuz battaniyeler, ağır yün yorganlar, hayatın birikimi orada saklanırdı.
Banyo köşesi, çadırın sadeliğinde bir mahremiyetti.
Yirmi beş yıl Yakaköy’ün çadırında yaşadım; rüzgârın uğultusu önce çadırımıza dolardı. Benim ömrüm; koyunların çan sesi, çadırın keçi kılı kokusuyla geçti…
Sonra Nacarlı’da toprağa kök saldık, yerleşik düzenin sessizliğine alıştık.
Konup göçmekle geçen hayat, adeta bir bahar yelinin önünde kelebek misali uçmak gibiydi...
Ovadaki çadırdan yaylanın serinliğine, her adımda hayatın ritmi değişirdi. Yörük geleneği, çadırın iplerine, koyunların çanına, göçün tozuna sinmişti.
Kolumuzda saklı o kıvratma bilezikler, altın değil, bir ailenin birbiriyle örülmüş bağlarıydı. Saygı, hizmet, sevda; hepsi bu yolda, bu topraklarda şekillenmişti.
Eski İçel’in dağlarında, ovalarında, her bir taşta, her bir çadırda hâlâ benimki gibi bir hikâye yaşıyor…
PAZARTESİ-PERŞEMBE BULUŞMALARI-14 Ağustos 2025
Yörük Kadınlarının Zamanlar Arası İzleri-22: (Y9) Anne İçin-II:
Çadırdan Çadıra Kaçış ve Bebeğin Kırkı
Anasayfa
Yazarlar
Hilmi Dulkadir
Yazı Detayı
Bu yazı 181 kez okundu.
KÜLTÜR YAZILARI... PAZARTESİ-PERŞEMBE BULUŞMALARI-11 Ağustos 2025
Yörük Kadınlarının Zamanlar Arası İzleri-21:
(Y9) Anne İçin -I: Kökler, Evlilik ve Konar-Göçerlik
*
Ovadaki Çadırdan Yaylaya Uzanan Yol:
(Y9) kodlu Anne anlatıyor: Dedelerimiz, Antalya’nın Alanya sırtlarından, güneşin kavurduğu taşlı tepelerden kopup gelmiş. Adları, Arpaçbahşiş’in tozlu yollarında bir kâtibin kalemiyle kütüğe yazılmış.
O topraklar, Osmanlı’ya uzanan bir tarihin izlerini taşıyor; her adımda, her taşta bir hikâye saklıdır…
Benim babamın gölgesi de benim çocukluğumun üstüne düştü; okul kapıları bana kapalıydı . Okuma yazmayı, çadır aralarında, komşu çocuklarının mırıldandığı harflerden, bir de kendi çabamla topladığım birkaç kelimeyle öğrenebildim. Ama hayat, kâğıda yazılanlardan çok daha kalın bir deftermiş…
Yirmi yedi yaşında, yüreğimde bir sevda kıvılcımıyla, Yakaköy’ün çadırından Arpaçsakarlar’a, sevdiğime kaçtım.
Kırda kuzuları otlatırken, çeşme başında laflarken, çadırların arasında saklambaç oynarken filizlenen o sevda, bir çöldeki serap gibiydi hem yakın hem uzak…
Çadırdan çadıra kaçışımız, bir serüvendi. Üç gün saklandık; ağabeylerimin ve törelerin gölgesi üstümüzdeydi…
Sonra döndüm, beyaz gelinlik giydim, mevlit okundu, dualar gökyüzüne üflendi.
Düğünde boynuma sekiz kıvratma zincir takıldı; ucunda yonca, küpe, yüzük...
O altınlar, benim için süs olmaktan ziyade, bir aile olmanın ağırlığını, bağlılığını taşıyor; böylece, çadırın ortasında, keçi kılından dokunmuş kilimlerin üstünde, yeni bir hayatın ilk adımları atılıyordu.
*
Sabah namazlarında, elimde bakır ibrik ve temiz bir havlu, kaynana ve kayınbabama hizmet ederdim. Üç yıl, ellerine su döktüm, saygının sessiz dilini öğrendim.
Evde küçük büyük demeden herkesin yeri ayrıydı; beş yaşındaki bir erkek çocuğa bile “abi” derdi gelin. En büyük görümceye “Cice” dedik, sonra “abla”ya döndü dilimiz. Erkeklere “Ağa” derdik; şimdi “abi” diyoruz, geçen zaman eski kelimeleri de beraberinde alıp götürmüş, yerine yenilerini bırakmış…
Ama saygı? Çadırın direkleri gibi dimdik dururdu da ne rüzgâr ne geçen zaman onu sarsabildi…
Kendi çadırımız ayrılınca, hizmet bitti, ama o saygı hep kaldı.
Koyun sağdım, sacda ekmek yaptım; ellerim ateşin közünde yandı, çok zaman hayatın ağır yükü, omuzlarımda taşınıp durdu.
Kayınbabam, geçimlerimiz ayrıldığında 45 koyun verdi; her biri, bir ailenin geleceğiydi. Nisan-Mayıs’ta, Aslanköy’ün İki Kuyu Yaylası’na göçerdik.
Zaman ilerledi, develer satılalı çok olmuştu; eskiden bir hafta süren göç, önce traktörle, sonra kamyonlarla iki saate indi.
Çadırın köşesinde taşlarla örülmüş “yüklük” vardı; kendi dokuduğumuz battaniyeler, ağır yün yorganlar, hayatın birikimi orada saklanırdı.
Banyo köşesi, çadırın sadeliğinde bir mahremiyetti.
Yirmi beş yıl Yakaköy’ün çadırında yaşadım; rüzgârın uğultusu önce çadırımıza dolardı. Benim ömrüm; koyunların çan sesi, çadırın keçi kılı kokusuyla geçti…
Sonra Nacarlı’da toprağa kök saldık, yerleşik düzenin sessizliğine alıştık.
Konup göçmekle geçen hayat, adeta bir bahar yelinin önünde kelebek misali uçmak gibiydi...
Ovadaki çadırdan yaylanın serinliğine, her adımda hayatın ritmi değişirdi. Yörük geleneği, çadırın iplerine, koyunların çanına, göçün tozuna sinmişti.
Kolumuzda saklı o kıvratma bilezikler, altın değil, bir ailenin birbiriyle örülmüş bağlarıydı. Saygı, hizmet, sevda; hepsi bu yolda, bu topraklarda şekillenmişti.
Eski İçel’in dağlarında, ovalarında, her bir taşta, her bir çadırda hâlâ benimki gibi bir hikâye yaşıyor…
PAZARTESİ-PERŞEMBE BULUŞMALARI-14 Ağustos 2025
Yörük Kadınlarının Zamanlar Arası İzleri-22: (Y9) Anne İçin-II:
Çadırdan Çadıra Kaçış ve Bebeğin Kırkı
Ekleme
Tarihi: 12 Ağustos 2025 -Salı
KÜLTÜR YAZILARI... PAZARTESİ-PERŞEMBE BULUŞMALARI-11 Ağustos 2025
Yazıya ifade bırak !
Bu yazıya hiç ifade kullanılmamış ilk ifadeyi siz kullanın.
Okuyucu Yorumları
(0)
Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.