SİTESOL1
SİTESAĞ1
Hilmi Dulkadir
Köşe Yazarı
Hilmi Dulkadir
 

KÜLTÜR YAZILARI... PAZARTESİ-PERŞEMBE BULUŞMALARI | 36 | 18 Eylül 2025

Yörüklüğe Veda: • Aşağıdaki metin, Osman Şahin'in (Şahin, 1999) "Sarı Sessizlik" adlı eserindeki "Yörük Ana" öyküsünden kaynaklı, aynı tematik duygu ve temalar göz önünde bulundurularak, orijinal metne bağlı kalmaksızın ve doğrudan alıntı yapılmaksızın yeniden kaleme alınmıştır. Bu bir uyarlama veya çeviri değil, esinlenilmiş özgün bir metindir. • Ben Değil Osman Şahin Konuşuyor:      Gözlerimi yumsam hâlâ görürüm o renkleri Ana. Güneşin altında, obanın ortasında, basmacı çerçinin getirdiği kumaşları nasıl da yarıştırırdın? Güneşe tutar, gölgeye çeker, parmaklarının ucunda bir cümbüşe döndürürdün renkleri. Her kadına, her bedene, her ruha uygun olanı seçmek senin işindi. O ince, uzun, çilekeş parmakların ıstarda, çulhada bir sihirdi.       Çayır yeşili, söğüt yeşili, kaya yosunu, çağla, güvercin göğsü... Nakışlarının arasında yarpız uçları, ortasında bir başkaldırı gibi duran kayagülü desenleri... Hepsi, senin ellerinde bir olur, oynaşır, yörüklüğün türküsünü dokurdu.      Şimdi sen yoksun ana... O binlerce yıllık yörük belleğinin son nefesiydin sen ana. Parmaklarınla dokuduğun her şey, atalarımızdan bize kalan son mirastı ana; bir büyü, bir sırdı…       O parmaklar toprak oldu. O sırlar, o büyüler de seninle gömüldü. Çadırlar sustu, onu dokuyan taraklar paslandı. Yarenlikler, görenekler, ulu kervan çanlarının sesi... Hepsi, bir daha çalmamak üzere sustu.      Zamanın baharını yaşayan her şey gibi, bizim yürüklüğümüzün de son baharı geldi çattı ana. O gürül gürül akan bir nehrin, artık kurumuş bir dere yatağına dönüşmesi gibi...       Dağlar yörüğü kaldırmıyor. Develerin çan sesleri, yabancı bir dilde şakıyor artık …      Ey terk edilmiş yurtların sessizliği!..       Ey Toros yollarına gömülen çocukluğum!..       Hani nerede o dört bin bacaklı koyun sürülerinin meleştiği, ulu    Yörük çadırlarının kurulduğu günler?  Hani o iri kıvrımlı dağ yolları?..  Kuzu postlarına sarınır, kıl keçeler üstünde ilk uykumuzu uyurduk. Yün eğirir, yünden yüne girerdik. Dünyayı atın ve devenin sırtından tanırdık. En kadim yollar bizim yollarımızdı, ana…      Baharı, kırlangıçların ağzından duyardık. Onlar uçuşmaya başlayınca yüreğimiz hoplardı bizim. Demek ki sinekler çıkacak, hava ısınacak, göç vakti gelecekti. Çadırlar sökülür, yayla yolları görünürdü. Yörüklük, yol demekti çünkü. Yolda öğrenirdik her şeyi ana…      Önümüze düşen Sürek Fakı'mız vardı. Havanın, suyun, toprağın bilgesi. Yağmuru, toprağın değişen kokusundan; rüzgârı, karıncaların telaşından anlardı. O önde, biz arkada, ağır ağır tırmanırdık Toros'un karanlık ve ulu yamaçlarına. Konak yerine varır varmaz ilk ateşimizi, çakmaktaşı ve kavla yakardık.       Uğur getirsin diye, eski ocakların sönmüş közlerini katardık ateşimize. O ilk alevde, atalarımızın ruhu yansırdı sanki.      Ah o ormanlar Ana!..       Yüzlerce koyunu yutan, koca ormanlar!..       Rüzgâr vurdu mu nasıl da uğuldardı. Yağmurlar bir sel gibi inerdi. İlk yağmurun suyuna süt kazanlarımızın ağzını açardık. "Yağ yağmur, yağ! Bereketini bize ver!" diye bağırırdık. Sonra sümbül çiçek ayları gelirdi. Menekşeler, hoş kokulu boy otları... Kokularıyla büyüler, çağırırlardı insanı.      Hani nerede o sümbül ayları? Hani nerede o boy otları?      Sonra bir gün, durduğu yerde durmayan, dönen teker dedikleri şey çıktı karşımıza. Bizim töremizde teker uğursuz sayılırdı. "Allah kimseyi teker üstüne düşürmesin" diye hayır dualar ederdik. Ama o tekerler çoğaldı. Yolları, geçitleri, tarlaları ele geçirdiler. Toprağı azdırdılar. Motorun hışmına uğradık. Bin yıllık göçerliğimiz hor görüldü. "Toprağı sürmeyene, suyu işletmeyene kız verilmez" oldu. "Dört keçiye ömür bağlayan töre yaşamaz" denildi. Ve yaşamadı işte ana…      Yörüklük öldü Ana…       Biz, göçer insanları, yatak insanları olduk çıktık…       Atın, devenin sırtını unuttuk. Develeri, atları sattık. Koyunları, o canlı dokumalarımızı sattık. Duygularımızı, türkülerimizi, neredeyse onurumuzu sattık ana. Her şey alınıp satılır oldu.      Şimdi ömrümüz, o uğursuz dediğimiz dönen tekerlerin üstünde. Kıçımıza benzin değdi bir kere. Durduğumuz yerde duramaz olduk. Bugün burada, yarın oradayız.      Artık bir Yörük değil, yörüklerini kaybetmişleriz.       Çadırımızın direği kırıldı.       Ocağımızın közü söndü.       Bu, bir veda değil, bir son.       Yörüklüğe son bir selam olsun…       Ruhun şad, mekânın cennet olsun. Seninle bir dünya göçüp gitti ana.       Geriye, sadece sarı bir sessizlik kaldı… • |PAZARTESİ-PERŞEMBE BULUŞMALARI|37|22 Eylül 2025|Manas Destanı’nda Doğum Olgusu-I Kaynakça Şahin, O. (1999). Sarı Sessizlik (Bütün Öyküleri -1 (Çınar Ofset b.). Cumhuriyet Kitap Kulübü.
Ekleme Tarihi: 19 Eylül 2025 -Cuma

KÜLTÜR YAZILARI... PAZARTESİ-PERŞEMBE BULUŞMALARI | 36 | 18 Eylül 2025

Yörüklüğe Veda:
Aşağıdaki metin, Osman Şahin'in (Şahin, 1999) "Sarı Sessizlik" adlı eserindeki "Yörük Ana" öyküsünden kaynaklı, aynı tematik duygu ve temalar göz önünde bulundurularak, orijinal metne bağlı kalmaksızın ve doğrudan alıntı yapılmaksızın yeniden kaleme alınmıştır. Bu bir uyarlama veya çeviri değil, esinlenilmiş özgün bir metindir.
Ben Değil Osman Şahin Konuşuyor:
     Gözlerimi yumsam hâlâ görürüm o renkleri Ana. Güneşin altında, obanın ortasında, basmacı çerçinin getirdiği kumaşları nasıl da yarıştırırdın? Güneşe tutar, gölgeye çeker, parmaklarının ucunda bir cümbüşe döndürürdün renkleri. Her kadına, her bedene, her ruha uygun olanı seçmek senin işindi. O ince, uzun, çilekeş parmakların ıstarda, çulhada bir sihirdi. 
     Çayır yeşili, söğüt yeşili, kaya yosunu, çağla, güvercin göğsü... Nakışlarının arasında yarpız uçları, ortasında bir başkaldırı gibi duran kayagülü desenleri... Hepsi, senin ellerinde bir olur, oynaşır, yörüklüğün türküsünü dokurdu.
     Şimdi sen yoksun ana... O binlerce yıllık yörük belleğinin son nefesiydin sen ana. Parmaklarınla dokuduğun her şey, atalarımızdan bize kalan son mirastı ana; bir büyü, bir sırdı… 
     O parmaklar toprak oldu. O sırlar, o büyüler de seninle gömüldü. Çadırlar sustu, onu dokuyan taraklar paslandı. Yarenlikler, görenekler, ulu kervan çanlarının sesi... Hepsi, bir daha çalmamak üzere sustu.
     Zamanın baharını yaşayan her şey gibi, bizim yürüklüğümüzün de son baharı geldi çattı ana. O gürül gürül akan bir nehrin, artık kurumuş bir dere yatağına dönüşmesi gibi... 
     Dağlar yörüğü kaldırmıyor. Develerin çan sesleri, yabancı bir dilde şakıyor artık …
     Ey terk edilmiş yurtların sessizliği!.. 
     Ey Toros yollarına gömülen çocukluğum!.. 
     Hani nerede o dört bin bacaklı koyun sürülerinin meleştiği, ulu    Yörük çadırlarının kurulduğu günler? 
Hani o iri kıvrımlı dağ yolları?.. 
Kuzu postlarına sarınır, kıl keçeler üstünde ilk uykumuzu uyurduk. Yün eğirir, yünden yüne girerdik. Dünyayı atın ve devenin sırtından tanırdık. En kadim yollar bizim yollarımızdı, ana…
     Baharı, kırlangıçların ağzından duyardık. Onlar uçuşmaya başlayınca yüreğimiz hoplardı bizim. Demek ki sinekler çıkacak, hava ısınacak, göç vakti gelecekti. Çadırlar sökülür, yayla yolları görünürdü. Yörüklük, yol demekti çünkü. Yolda öğrenirdik her şeyi ana…
     Önümüze düşen Sürek Fakı'mız vardı. Havanın, suyun, toprağın bilgesi. Yağmuru, toprağın değişen kokusundan; rüzgârı, karıncaların telaşından anlardı. O önde, biz arkada, ağır ağır tırmanırdık Toros'un karanlık ve ulu yamaçlarına. Konak yerine varır varmaz ilk ateşimizi, çakmaktaşı ve kavla yakardık. 
     Uğur getirsin diye, eski ocakların sönmüş közlerini katardık ateşimize. O ilk alevde, atalarımızın ruhu yansırdı sanki.
     Ah o ormanlar Ana!.. 
     Yüzlerce koyunu yutan, koca ormanlar!.. 
     Rüzgâr vurdu mu nasıl da uğuldardı. Yağmurlar bir sel gibi inerdi. İlk yağmurun suyuna süt kazanlarımızın ağzını açardık. "Yağ yağmur, yağ! Bereketini bize ver!" diye bağırırdık. Sonra sümbül çiçek ayları gelirdi. Menekşeler, hoş kokulu boy otları... Kokularıyla büyüler, çağırırlardı insanı.
     Hani nerede o sümbül ayları? Hani nerede o boy otları?
     Sonra bir gün, durduğu yerde durmayan, dönen teker dedikleri şey çıktı karşımıza. Bizim töremizde teker uğursuz sayılırdı. "Allah kimseyi teker üstüne düşürmesin" diye hayır dualar ederdik. Ama o tekerler çoğaldı. Yolları, geçitleri, tarlaları ele geçirdiler. Toprağı azdırdılar. Motorun hışmına uğradık. Bin yıllık göçerliğimiz hor görüldü. "Toprağı sürmeyene, suyu işletmeyene kız verilmez" oldu. "Dört keçiye ömür bağlayan töre yaşamaz" denildi. Ve yaşamadı işte ana…
     Yörüklük öldü Ana… 
     Biz, göçer insanları, yatak insanları olduk çıktık… 
     Atın, devenin sırtını unuttuk. Develeri, atları sattık. Koyunları, o canlı dokumalarımızı sattık. Duygularımızı, türkülerimizi, neredeyse onurumuzu sattık ana. Her şey alınıp satılır oldu.
     Şimdi ömrümüz, o uğursuz dediğimiz dönen tekerlerin üstünde. Kıçımıza benzin değdi bir kere. Durduğumuz yerde duramaz olduk. Bugün burada, yarın oradayız.
     Artık bir Yörük değil, yörüklerini kaybetmişleriz. 
     Çadırımızın direği kırıldı. 
     Ocağımızın közü söndü. 
     Bu, bir veda değil, bir son. 
     Yörüklüğe son bir selam olsun… 
     Ruhun şad, mekânın cennet olsun. Seninle bir dünya göçüp gitti ana. 
     Geriye, sadece sarı bir sessizlik kaldı…
|PAZARTESİ-PERŞEMBE BULUŞMALARI|37|22 Eylül 2025|Manas Destanı’nda Doğum Olgusu-I
Kaynakça
Şahin, O. (1999). Sarı Sessizlik (Bütün Öyküleri -1 (Çınar Ofset b.). Cumhuriyet Kitap Kulübü.
Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve mersindesonhaber.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.